Kısa süren dostluk
Evimin kapısından içeri girerken elimdeki balığa baktım ve gurbetten esen bir rüzgârın etkisiyle ruhumun üşüdüğünü hissettim. Elimde, sırf biz insanların zevkine hitap edebilmek için okyanusların derinliklerinden koparılıp küçük bir akvaryuma hapsedilmiş bir balık vardı. Ve ben onun mahkûmiyetini, özgürlüğe olan susuzluğunu hiç hissetmeden almış bir başka gurbete sürüklemiştim.
Küçük bir alana hapsedilen bir balıkla iletişimim nasıl olacaktı bilmiyordum. Onu cansız bir nesne gibi görüp göz zevkime hitap etmesini mi bekleyecektim? Ya da onu doğup büyüdüğü toprakları terk etmiş bir yabancı gibi örüp teskin mi edecektim? Bilmiyordum…
Akvaryuma dokunduğumda onun ne kadar tedirgin olduğunu fark ettim. Beyaz turuncu karışımı rengi biraz solmuş gibiydi. O gece onu evimin en sakin köşesinde misafir ettim. Sessizdi, yeni mekâna alışabilmek için bir o yana bir bu yana gidip geliyordu.
Ertesi gün onu hapsolduğu akvaryumu ile birlikte aldım ve iş yerime çalıştığım ofise getirdim. Hayvanların da bizim çözemediğimi bir dili mutlaka vardı ama ben bu dili bilmekten uzaktım. Eğer onunla konuşma imkânım olsaydı acaba bana neler anlatacaktı? Eminim ki konuşabilseydi, kendisini ticari bir meta olarak görüp öz vatanından koparan insanoğlunun ihtiraslarından şikâyet edecek ve bütün hücrelerinde hissettiği gurbeti detaylarıyla anlatacaktı.
İnsan zevklerine karşı o kadar zaaf sahibi ki, bir köpeği, bir kuşu bir balığı doğal ortamından uzaklaştırıp bencilliğine kurban edebiliyor. Ne garip ki, bütün beklentilerini, sevgi ve onay gereksinimini esir ettiği bu hayvanlar üzerinden karşılamaya kalkabiliyor.
İş ortamında insanların ilgi odağı haline gelen balığın beden dilindeki tedirginliği anlayacak kadar hassas olmadığını fark ettim. Onun dilini çözmekten çok uzaktım. Sabah geldiğimde yiyeceğini veriyor, suyunu değiştiriyor ve ondan bulunduğu ortama neşe getirmesini bekliyordum. Ama bir insan ya da bir canlı öz vatanından uzakta nasıl mutlu olabilirdi ki? Bu durumda ondan bana neşe vermesini nasıl bekleyebilirdim?
İkinci gün onu yine sakin ve tedirgin gördüm. Hareketleri yavaşlamış, bakışları donuklaşmış, karnı hafif şişmişti. Belli ki gurbet içinde gurbet yaşamak ona ağır gelmişti. Durgun bir deniz gibiydi, kendini öylece boşluğa bırakmış bekliyordu. Onu o vaziyette görünce derin bir suçluluk duygusu hissettim ama artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Veda vakti yaklaşmıştı. Çırpınışlarını görmemek için onu bulunduğu ortamdan aldım ve sakin bir ortama götürdüm.
Yaklaşık iki saat sonra gittiğimde akvaryumda derin bir sessizlik vardı. İnsanoğlunun ticari hevesleri için okyanusların derinliklerinden kıtalar ötesi mesafelere taşınan balık kendini boşluğa bırakmış ve gözlerini bir daha hiç açmamak üzere kapamıştı. Bir balığın dünya ile kurduğu ünsiyet bir işyerinin soğuk duvarları arasında son bulmuştu.
Ve ölüm… Bütün canlıların ortak kaderi… Aslında hepimiz vatanından koparılıp küçük bir akvaryuma hapsedilen o balıktan farklı değiliz. Dünya dediğimiz mekân bizim özgürlüğe susayan ruhumuzu daracık bir akvaryuma hapsedip, kanatlarımızı çırpma imkânı vermiyor. Bizler kafese kapatılmış bir kuş ya da akvaryumda özgürlüğüne kavuşacağı anı bekleyen bir balık gibi beklemekteyiz. Ya ölüm? İşte ölüm her canlı gibi bizi de alıp özgürlükler diyarına götürecek tek gerçek!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.