Ben korktum! Ya siz?

Ben korktum! Ya siz?

Kuvvet komutanlarını arkasına alıp genelde toplumu, özelde de medyayı 'uyaran' Genelkurmay Başkanı'nın konuşmasına hiç şaşırmadım.

Önceki günkü 'çıkış', Orgeneral Başbuğ'un devir teslim töreninde yaptığı konuşmanın taşıdığı 'derin mesaj'dan ve üsluptan hiç de farklı değildi. Dolayısıyla son konuşmaya da şaşırmadım, ama doğrusu korktum!

Korkmayanlar da var; Orgeneral Başbuğ'un muhataplarından Ahmet Altan dünkü yazısında 'bizi korkutabileceğinizi sanmayın' diyordu. Ama ben korktum arkadaş! Nasıl korkmam?

Avrupa'nın en büyük ordusunun genelkurmay başkanı 'herkes dikkat etsin ve doğru yerde dursun' diyor. Bunu söyleyen, bu memlekette dört defa darbe yapan, başbakan asan, darbelerin ardından yüz binlerce insanı gözaltına alan bir ordunun genelkurmay başkanı. Elinde tankları var, savaş uçakları var, istihbaratı var, özel harp dairesi var... Böyle bir güç karşısında 'dikkat' etsem ne yazar? 'Doğru yerde durmayı' bırakın, ayakta duracak mecalim kalmadı...

Korktum korkmasına da anlamadığım bir şey var: Bizim ordumuz neden bizi korkutuyor? Bizi değil, düşmanlarımızı korkutması gerekmiyor muydu ordumuzun? Biz bu orduyu bize değil düşmanlarımıza gözdağı versin, onları caydırsın, korkutsun diye kurmamış mıydık?

'Milletten başka kimse denetleyemez bizi' demişti Orgeneral Başbuğ. Millet, denetlemeyi bırakın, birkaç soru sorduğunda azarlandı. 'Çocuklarımız ihmale mi kuban gitti?' demek imkânına bile sahip olmayan bir millet TSK'yı, TSK'nın yaptıklarını ve yapmadıklarını, gelirlerini ve giderlerini nasıl deneteleyebilir?

Tabii ki ortada PKK'nın bir başarısı yok. PKK'nın son yıllarda hem Türkiye'de hem bölgede ve hem de uluslararası düzlemde yalnızlaştığı, marjinalleştiği kuşkusuz. Sorun, iki spesifik olayda, Dağlıca ve Aktütün baskınlarında açıklanması gerek bir dizi ihmal...

TSK asli işini 'nasıl yaptığı' konusunda 'eleştiriliyor.' Bu son derece sağlıklı. Aslında eleştirilmiyor bile; sorular yöneltiliyor. Demokratik ülke orduları bu sorulara cevaplar getirir. Bizde soruları soranlar hesaba çekiliyor. Anlaşılan asker bu ülkenin 'demokratik' bir rejimle yönetildiğini düşünmüyor. Bırakın demokrasiyi, 'hesap verebilirlik' ilkesi her örgüt için çağdaş yönetim anlayışının bir gereği. Çünkü bu ilkenin dışında kalan örgütler kara deliğe dönüşür, entropiye giderler.

Eleştirileri 'saldırı' olarak niteleyince olayın zemini tamamen değişiyor. Saldıran, soruları soran gazeteler ve yazarlar değil ki, PKK. Siz, Aktütün baskınına ilişkin soru soranlara PKK'lı muamelesi yaparsanız artık konuşmak imkânsızlaşır. Eleştirileri öfke ve güçle sindirdiğinizde temsil ettiğiniz kurumu hatalarıyla yaşamaya mahkum etmiş olursunuz. Sözkonusu kurumu, yani TSK'yı eleştiriler değil, hataları araştırmakta, hatalarla yüzleşmekte ve hatalardan dönmekte kaçınanlar zayıflatmış olurlar.

Bu ülkenin güçlü bir orduya ihtiyacı olduğu kuşkusuz. Güçlü ordu da işini iyi yapan ordudur; işini iyi yapmayı 'meslek' edinen ordudur, halkına, gazetecisine, siyasetçisine gözdağı veren değil. Siyasal parti gibi hareket eden, toplumu, toplumun yaşam biçimini, düşüncelerini, sorularını ve algılarını yönetmeye kalkışan bir ordu yıpranır; yıpranmamanın yolu asli işini yapmak ve de iyi yapmaktır.

Öfke seline tutulmuş, eleştirileri ihanet olarak algılayan, soru soranları saldırgan olarak niteleyen bir 'güç'ün hukukun dışına çıktığını bir düşünün. Başbuğ'un konuşması demokratik bir hukuk rejiminin ne kadar değerli bir 'korunak' olduğunun bir hatırlatması. Kimse aklından çıkarmasın.

İçeriği ve üslubuyla Orgeneral Başbuğ'un konuşması, darbe özlemcisi sözde kentli, eğitimli, aydın kesimlere de armağan olsun! Konuşma videosunu günde beş kez izleyip 'askerî yönetim tarzının, üslubunun ve anlayışı'nın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışsınlar. Hâlâ yürekleri yetiyorsa da 'çağırmaya' devam etsinler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi