Uzak ve yakın
Vaktiyle Beyoğlu’nda açılan Çatalhöyük sergisine gitmiştim. Sonrasında konuyla ilgili kitapları da edindim, okudum. Özellikle “Çatalhöyük’te gündelik hayat” bölümü ilgimi çekti. Mesela höyükte bulunan yetmiş kadar iskelette inceleme yapmışlar. Ortak noktaları şu: Kaburga kemiklerinin iç tarafı, kurum gibi siyah bir tabakayla kaplanmış. Uzun süredir temizlenmeyen soba borusunun içini düşünün. Öyle.
Merak edip araştırıyorlar. Çatalhöyük’teki evlerin ne kapısı var, ne penceresi. Eve tek giriş, dolayısıyla tek havalandırma, düz damdaki küçük delik.
Mutfak ve ısınma yeri evin içinde. Yaz kış evin içi duman doluyor. İnsanlar sürekli bu dumanı soluyor. Kemiklerdeki siyah tabakanın nedeni işte bu.
Hastanede yatarken, kömür madenlerinde çalışmış bir adamla tanışmıştım. Askerden geldikten sonra madene bir girmiş, emekli olup çıkmış. Emekli olduktan sonra köyüne yerleşmek istemiş. Doktorlar “oksijen zehirlenmesi” gibi bir gerekçeyle, adamın köye yerleşmesine müsaade etmemişler. Temiz hava ona zararlıydı. Çünkü ciğerleri ‘kurum bağlayıp’ çürümüştü ve akciğer kanseri teşhisiyle hastaneye yatırılmıştı.
Çatalhöyük’tekilerin durumunu okuyunca, aklıma bu adam geldi. Adı neydi, şimdi unuttum.
Bu bölümü bir soruyla bitirelim: Oturduğu evden memnun olan kaç kişi vardır?
GÖRÜYOR VE ÖZENİYOR
Geçen gün çocuklarımla sohbet ederken “siz çok şanslısınız, biz bir şey görmedik” dedim. İyi hatırlıyorum, aynı sözü annem de bana söylerdi. Nasıl, ninem anneme söylediyse, çocuklarım da çocuklarına söyleyecek: “Siz çok şanslısınız, biz bir şey görmedik.”
Önümde Çatalhöyük gibi bir örnek durmasına ve bunca nimetin, imkânın içinde olmama rağmen, hâlâ bir şey görmediğimi söylüyorsam, bu, insan nefsinin neye benzediğini de gösterir.
Çok tuhaf: Çatalhöyük’teki veya diğer ören yerlerindeki gündelik yaşamı biliyor, kullandıkları ‘eşyaları’ müzelerde görüyor, fakat yine de elimizdekilerle mutlu olamıyoruz. Mesela çocukluğumda, oturduğumuz semtte bir bakkal, bir de kuruyemişçi vardı. Kuruyemişçide sadece şu üç şey satılıyordu: Kırık leblebi, çekirdek ve kuru üzüm. Şimdi yalnızca leblebinin elli çeşidini üretiyorlar. Bakkalda ise birer kutu gofret ve bisküvi, iki kavonoz şeker, bir de gazoz. Hepsi bu.
Bir lirası olanın da, bin lirası bulunanın da alabileceği şeyler belliydi. Böylelikle zengin ile fakir ayrı dünyaların insanı haline gelmiyordu.
Artık büyük marketlerdeki çeşit sayısı yüz bine ulaştı. Bu kadar çeşidi nasıl yorumlayacağız? Çeşit sayısı arttıkça azalan nedir?
Daha birini eskitmeden, sindirmeden diğerine yöneliyoruz. İnsanlarla münasebetimiz bile maalesef böyle oldu. Kanaat hazine olmaktan çıktı, kimilerine göre kusur haline geldi. Hırs, yaygınlaştı. Görüyor ve özeniyor.
İşte bu yüzden asgari ücretli de sitem ediyor, yirmi bin dolar maaş alan da. Şükür az, şikâyet çok.
SABIR DERSİNE ÇALIŞAMAMAK
“Biz bir şey görmedik” sitemi ile “Bunu da mı görecektik” şaşkınlığı arasında gidip geliyoruz.
Yokluk görmeden büyüyen çocuklar hayat karşısında daha dayanıksız hale geliyor. Kırılgan. Her istediği alınan veya olan insan sabır dersine çalışamaz. İstemediği bir şey olunca da başka biri haline gelir. Yokluktan anlamaz. Bu ayrı bir konu elbette. Genç kardeşimiz elektronik posta yoluyla dergiye metin gönderiyor. Bir iki saat içinde kendisine dönülmeyince öfkeleniyor. Evet, sabır.
Biz yine başa dönelim. Sergide bir de kız çocuğu iskeleti vardı. Çatalhöyük’ten çıkarılmış. Cenin (hocker) pozisyonunda. Kızın her iki bileğindeki boncuklar öylece duruyordu. Renkli taşlardan. Annesini düşündüm ve üzüldüm.
Yıllar sonra binlerce yaşındaki bu kız çocuğunu tekrar görmek için Konya’ya gittim. Arkeoloji Müzesi’nde. İşte orada yatıyor. Merhaba.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.