Tarsus’da Ulucamii...
1977’de TRT’ye Ulucami belgeseli yapmıştık, Muhsin Mete ile. Üzerinden tamı tamına kırk yıl geçti. O zamanın şartlarında Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki ulucamiileri bir belgeselde anlatmaya çalışmıştık. “TRT’nin yaptığı ilk dinî-kültürel muhtevalı belgesel” desek, hata etmiş olmayız.
Tarsus Ulu Camii gördükten sonra hayıflanmadan edemedim, neden bu kadar mühim bir eser dikkatimizden kaçtı diye. Halbuki Adana’ya kadar gelmiş ve Ulucamii’ni kayda geçirmiştik. Şimdi imkân olsa, yeniden yapabilsek, en başta ele alacaklarımızdan biri olurdu Tarsus Ulucamii.
Tarsus Ulu camii, gerçek bir “Ulu camii”. Doğu batı ekseninde uzun, kuzey güney ekseninde dar kapalı alan tıpkı Diyarbakır Ulu camii gibi ahşap tavanlı. “Camii-i Nur” da denilen mabed, minberi, mihrabı ile Osmanlı mimarisinin olgunluk döneminde yapıldığına işaret ediyor. Belki de haraba yüz tutan eski bir camii ihya edilmiş, bu yüzden kapalı ibadet mekânı kubbesiz yapılmış diye düşündüm. Avluyu çevreleyen kubbeler, yine Osmanlı tarzının bir yansıması. Kapı da her ne kadar Memlûklü veya Selçukluya mal edilmek istense bile, karakteristik Osmanlı tarzı. (Nedense, bana Topkapı Sarayı’nın ana kapısı Bâb-ı Hümayun’u çağrıştırdı.)
Camiin yanında, fakat duvarlarının dışındaki minaresi hâlâ minare, ve beş vakit ezan okunuyor, avluya bitişik minaresi ise saat kulesine tahvil edilmiş. Adana valisi, meşhur şair Ziya Paşa’nın bu saat kulesini ihdas ettiği söyleniyor. Minare ise, şerefesi şerefeye benzemiyor, saat kulesi ise bu etrafında dolaştırılan yapı unsuru ne? Bir de saatin üstünde insan başı figürleri var. Neden? Osmanlı geleneğinde böyle bir şey yok, son devre kadar. Diğer minareden ezan okunuyor, bu kulede çan çalıyor!
Tarsus’da tarihe dalmak demek, kolay kolay bugüne gelememek demek!
Antik çağın denizini kaybetmiş limanlardan biri Tarsus. Tıpkı Efes gibi...
Havari Pavlus’un mekânı. Hicretin 16. senesinde (M.637) Hz. Ömer devrinde İslâm coğrafyasına Ebu Ubeyde b. Cerrah veya kumandanlarından Meysere b. Mesruk tarafından dahil edildi.
Asırlarca süren İslâm-Bizans mücadelesinin “sugûr” denilen sınır sahasında, bu yüzden sürekli el değiştiriyor. Sugûr hattının doğusu Malatya, batısı Tarsus...Bu sınırda sürekli cihad var. Torosların kuzeyi Bizans.
H.171’de (M.787) Harunreşid’in emriyle Herseme b. A’yen Bizans seferine çıkıyor ve o da Tarsus’un tahkimini Ebu Süleyman Ferec el-Hadim et Türkî’ye veriyor. Ebu Süleyman iskân için 3 bin horasanlı getirtiyor.
O zamanlar sur kapılarından biri Cihad Kapısı (Bâbülcihad). İslâm fetihleri asırlarca Torosları aşıp Anadolu’da istikrar kazanamadı. Zaman zaman İstanbul önlerine kadar gidildi, fakat bu güzel coğrafyada elde tutulamadı. Bunun için Selçukoğullarını beklemek gerekiyordu. Alparslan Malazgirt zaferiyle Anadolu kapılarını açtı. Amca oğlu Süleyman Şah on yıl içinde İstanbul önlerine geldi ve İznik’i Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti yaptı.
Süleyman Şah Antakya’da karşımıza çıkmıştı, Tarsus’da da Süleyman Şah var. Güçlü bir vatan kavrayışına sahip olduğu anlaşılan Süleyman Şah, Bizans’ın ucundan Anadolu’nun güney sınırlarına geliyor, eğer arkayı toplayabilirse hedefi muhtemelen İstanbul. Antakya’yı alıyor, Tarsus’u fethediyor.
İstanbul Selçuklu döneminde fethedilebilir miydi? Tabiî ki takdir edilen zaman meselesi var, fakat diyebiliriz ki Haçlı seferleri başlamasaydı, bu mümkündü. Süleyman Şah, değilse Kılıçarslan veya Alaeddin Keykubat İstanbul önlerinde görünecekti. Haçlı seferleri Kudüs’ü, kutsalı hedef göstererek İstanbul’u Türklerden kurtardı. Haçlılar netice olarak, bizim Anadolu’da rahatça yerleşmemizi, vatan edinmemizi engellemeye çalıştı.
Süleyman Şah, Tarsus’u 1082’de fethetti. 1097’de haçlıların eline geçti. 1360’da Memlûklu fethi var. Halep valisi Seyfeddin Begtemür el-Hârizmî’nin fethinden sonra, fetihde önemli rol oynayan Oğuz boyları buraya yerleşmeya başladı. Uzun uzun tarihi malûmat vermektense, onun kesin olarak Osmanlı olmasının 5 yüzüncü yılında olduğumuzu hatırlatalım. Yavuz Sultan Selim’in Mısır Memlûk Devleti’ni 1517 Ridaniye zaferiyle ortadan kaldırmasından sonra Tarsus da Osmanlı idaresine geçti. (Bütün güney illerimiz 500. yılı ve Yavuz Sultan Selim’i hatırlatan faaliyetler yapmalı.)
Tarsus elbette bizim anlatacaklarımızdan ibaret değil. Ulu Camiin bitişiğinde iki peygamber mezarı/makamı var: Hz. Şit ve Lokman Hekim. Abbasi Halifesi Memun’un kabri de burada. Bizans’a karşı sefer üzereyken, Pozantı suyu yakınlarındaki ordugâhında vefat ediyor ve Tarsus’a defnediliyor (218/833). Memun’un, Bizans imparatoruna sulh için öne sürdüğü şartlar arasında yunanca yazmaların teslimi de var. Bağdat’ta ilk rasathaneyi kurduran da o.
Bereket peygamberi olarak bilinen Hz. Danyal’ın kabri de Tarsus’da. Kıtlık çeken Tarsuslular Hz. Danyalı davet ediyor, o da geliyor ve burada vefat ediyor. Onun buradaki varlığı Hz. Ömer dönemindeki fetihten sonra fark ediliyor, kabri yapılıyor. 19. Asırda bir hayırsever buraya bir cami yaptırıyor. Kabir ve asıl camii bu camiin altında kalıyor. Son yıllarda bir hayli kazı yapılarak eski yapılar ortaya çıkarılmış, camekânla çevrilmiş.
Tarsus’un tarihî zenginliğine Ashab-ı Kehf de eklenebilir mi? Tarsusluların bundan şüphesi yok. Yedi uyurların mağarasını görme fırsatımız olmadı. Fakat Tarsus’un tarifleri uyan bir yer olduğunu söylemek mümkün. (Elbistan’daki mekânı görmesem tereddüt etmeyeceğim.)
Bir seyahatten dönenlere en çok söylenen: “Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat.”
Biz gördüklerimizi anlatmaya çalıştık, yiyip içtiklerimize gelince, söylemekte beis yok: Bir cümle ile, “Lokman Hekim’in ye dediği” idi!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.