Ergenekon'un 16 Mart katliamı
O gün İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde yedi öğrenci ölmüş, 42 kişi de yaralanmıştı. İlk defa uzun namlulu silahların ve el bombalarının kullanıldığı 30 yıl öncesine ait bu olay tarihe 16 Mart katliamı olarak geçti. 1978 yılında ben de öğrenciliğimin son yılındaydım.
Toplam 18 kişiydik. Mülkiye'ye normal bir öğrenci olarak giremiyor ve dersleri takip edemiyorduk. Polis nezaretinde, diğer öğrencilerden yalıtılmış şekilde bize tahsis edilen Taş Oda'da sadece sınavlara girebiliyorduk. İçimiz öfke doluydu. Bizi okula sokmayanlarla, 16 Mart'ta İstanbul Üniversitesi'nde katliama uğrayanlar aynı siyasî görüşü paylaşıyordu. Ama bizler, hepimiz bu olayı duyunca önce şok olduk, sonra üzüldük. Çünkü bu eylem bizim öfkemizin uzantısı olamayacak kadar acımasız ve caniceydi.
O dönemi yaşayanlar bilirler. Hiçbir grubun bu kadar rafine bir eylem kapasitesi yoktu. Bu olay tıpkı 1 Mayıs 1977 gibi bir kontrgerilla eylemiydi. 12 Eylül'e yaklaşan günlerde temposu artan cinayetlerin arasında çok sayıda benzer eylem yer aldı. Hiçbir ideoloji, ama hiçbir ideoloji 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nin bahçesindeki katliamı gerçekleştiremezdi. Çünkü böyle bir eylemden hiçbir ideolojik grup çıkar sağlayamazdı. Tıpkı Ankara'da Ziraat Mühendisleri Birliği'nin önünde üç kişinin ölümüyle sonuçlanan katliam gibi. Ölenler ülkücüydü, ama öldürenler iddia edildiği gibi Dev-Yolcu değildi. Bu katliamın failleri de 16 Mart'ınkiler gibi karanlıkta kaldı.
Bugün, aradan geçen 30 yılın sonunda 16 Mart Katliamı dosyasının zamanaşımından kapatılmasının tek mantıklı açıklaması var. Bu katliamın, devletin derinlerine yuvalanmış bir terör organizasyonu tarafından gerçekleştirildiği. Öldürülen yüzlerce, hatta binlerce insan gibi, 16 Mart 1978'de can veren 7 gencin katillerine ancak Silivri'de görülen davanın izini sürerek ulaşabileceğiz. Bu davayı sulandırmaya, cımbızla ayrıntıları çekerek çürütmeye çalışanların 16 Mart katliamının ve benzer katliamların üstünü örtmeye çalıştıklarını, katliam suçuna ortak olduklarını bilmeleri lâzım.
Tekrarlamaktan bıkmayalım: Türkiye, Soğuk Savaş döneminde bütün NATO ülkelerinde oluşturulan karşı gerilla örgütünün bizdeki uzantısını yargılıyor. Yargılanan örgüt, 16 Mart katliamını yapan örgütün 2008 modeli. Elbette 30 yılda çok şey değişti. Bu örgütün amaçları, yöntemleri ve araçları değişti. 30 yıl önce üniversite öğrencilerini öldüren örgüt 30 yıl sonra Danıştay hakimini öldürdü. Ama bu örgütün genel yapısı hiç değişmedi.
Tek tek suçlar ve delillerle ilgili hükümlerden değil, bir suç örgütünden bahsediyoruz. Ergenekon davasını çürütmeye ve soysuzlaştırmaya çalışanlar şu iki sorunun cevabını vermek zorundalar. Birincisi: Bütün Avrupa'da var olan ve tasfiye edilen kontrgerillanın Türkiye versiyonu ne durumdadır? Ergenekon İddianamesi'nde belirtildiği üzere Ergenekon Terör Örgütü davasının izini sürerek bu örgütü tasfiye edebilir miyiz?
İtalya'da Gladio davası, NATO'nun bu gizli ordularının her ülkede sivil bir yapılanma içine gittiğini, sadece İtalya'da 15.000 grup lideri yetiştirildiğini, bu grup liderlerine bağlı kişilerle birlikte bu örgütlere bağlı kişilerin toplam sayısının yüz binlere ulaştığını hatırlayalım. Bir de bu örgüt için yüzlerce yere gizli silah ve cephane depoları kurulduğunu tekrarlayalım.
2005 Nevruz olaylarının ve bayrağa saygı mitinglerinin bu sivil örgütün marifeti olduğuna dair kuvvetli karineler var. Öyleyse, üzerine bastığımız zemin altında, karanlıkta iş görmeye devam eden suç şebekeleri var.
Ergenekon Davası Türkiye için bir fırsat. Eski gizli orduları darbe cuntalarına ve suç şebekelerine dönüştürenlerden ilelebet kurtulmak için bir fırsat. Ve ayrıca, zamanaşımından kapatılan 16 Mart Katliamı dosyasını, kimsenin kapatamayacağı şekilde yeniden açma fırsatı.
İtalyan savcı Fellice Casson, askerî istihbarat arşivlerinde bulduğu delillerle parlamentoyu harekete geçirmişti. Ergenekon davasını sulandırmak için su tabancası ile sağa sola ateş edenlere hatırlatalım.