Atatürkçülük diriltilebilir mi?
28 Şubat müdahalesiyle Atatürkçülüğün alabildiğine parlatıldığı bir dönem yaşadık. Araya 20 yıl girdi; o yıllarda doğanlar liseyi bitirdi, üniversite öğrencisi oldu. 28 Şubat’ın bugünün üniversite gençliğinin hâfızasında bir yer tutmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
28 Şubat’ta şedit bir ideolojik baskı ve dayatma ile karşı karşıya kaldık. 1930’larda sistemleştirilmeye çalışılan kemalizm (daha sonra “Atatürkçülük” denildi) 2000’lere doğru akan bir zaman diliminde 21. yüzyılın çözümlerini sağlayacak parlak bir ideoloji olarak sunuldu. 28 Şubat’ın onuncu yılında, yani 2007’de ülkemizin Ankara başta olmak üzere belli başlı büyük şehirlerinde laiklik mitingleri düzenleniyordu. Büyük kalabalıklar toplanıyor, gösterişli toplantılar yapılıyordu.
Birinci tehdit “irtica” idi ve irtica iktidarı ele geçirmişti; Türkiye, onlara bırakılmayacaktı!
İşte o sırada Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu kitabımız yayınlandı...
Kitapta şu esas fikir vurgulanıyordu: Mağlubiyet ideolojisinin sonu geldi!
“Mağlubiyet ideolojisi” dediğimiz, Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonraki ideolojisi idi. Lozan’da, yani gerçek adıyla Yakın Şark İşleri Konferansı’nda emperyalizmin, etkisiz küçük bir devlet olma dayatmasını Türkiye’yi kuranlar kabullendiği gibi, halka da ideolojik kılıflar uydurarak benimsettiler. İşte bu ideoloji “mağlubiyet ideolojisi” idi, yani mağlubiyeti galibiyet gibi kabullenmemizi telkin eden ideoloji...
Osmanlı Devleti’ni yıkmakla öğündük! Türkiye sınırları dışında kalan Osmanlı topraklarının işgalini ve bu bölgelerdeki manda yönetimlerini kabullendik. Halbuki Milli Mücadele’nin başlangıcında Misak-ı Milli sınırları dışanda kalan Osmanlı topraklarının kendi kaderini tayin etme hakkını savunuyorduk. Esasen, kabullendiğimiz sınırlar da Misak-ı Milli’ye tam olarak tekabül etmiyordu. Bunu en açık ortaya koyan, Lozan’dan iki yıl sonra, bugün hâlâ problemli bir alan olan Musul-Kerkük bölgesinin İngilitere’ye terk edilmesi idi.
Yeni Türkiye devleti, asla Osmanlının devamı olmayacaktı, dünya sisteminde bir ağırlığı bulunmayacaktı. Bütün bunların milletçe kabullenilmesi için “devrim” denilen akıl ve mantıkla, tarihî sürekliliğimizle izahı mümkün olmayan uygulamalara girişildi. 20. yüzyılda bir millet, bin yıllık alfabesini değiştiriyordu! Bin yıllık kültür dilini, bu dille ortaya koyduğu muazzam birikimi yok sayıyor, sıfırdan başlıyordu. Kültürünün aslî oluşturucusu dinle alâkasını kesiyordu. Öyle ki, 1930’a gelindiğinde din öğretimi, tamamen ortadan kaldırılmıştı.
Mağlubiyet ideolojisinin, mümkün olabilecek en iyi ideoloji olduğu, hatta gerçek galibiyet ideolojisi olduğu yönündeki görüşler, sistematik eğitim programlarıyla, yayınlarla ve onları destekleyen ritüellerle tebliğ ve telkin edildi.
Kemalizm/Atatürkçülük bir dönem ideolojisiydi ve toplumun kendini iyi hissettmesi için tek hakikat muamelesine tabi tutuluyordu. 1930’larda başlatılan inkılap dersleri, sonraki yıllarda eğitim öğretim sisteminin özü haline getirildi. Milli Eğitimin genel amacı bugün de, kanuna göre “Türk Milletinin bütün fertlerini, Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı yurtdaşlar olarak yetiştirmek”tir.
2002’den beri Türkiye’yi yöneten siyasî akım, birçok başarıya imza atmış, ekonomik göstergelerde hissedilir değişiklikler olmuş, fakat eğitim ve kültür alanında buna paralel bir gelişme sağlanamamıştır. Türkiye bu değişiklik ve gelişmelere uygun bir düşünce zeminine oturtulamamış, dış ve iç siyasetteki ciddi değişikliklerin doğru tanımlanması yapılamamıştır.
Atatürkçü bir zihin, Türkiye’nin bugün takip ettiği iç ve bilhassa dış siyaseti kavramakta zorlanır. Türkiye’nin İslâm dünyasına açılması, batı âlemi ile ilişkilerini eşit seviyede yürütme yönünde tavır takınması, mağlubiyet ideolojisi ile yetişmiş zihinlerin kabullenebileceği uygulamalar değildir.
Türkiye’yi yönetenler bugünkü durumumuzu Atatürkçülük dışında izah edecek bir fikir sistemini öğretimin esası yapamamışlardır. Bu yüzden Atatürk’ün zihinlerde ideolojik mevkiinden tarihî konumuna iadesi sağlanamıştır. İnkılap tarihi dersleri ciddi bir değişiklik yapılmadan sürdürülmekte ve Atatürk kültü etrafında oluşturulan ritüeller devletin tepesi tarafından yaşatılmaya devam edilmektedir.
10 Kasım, bu çelişkili durumu en yüksek seviyede gözler önüne seren bir gündür. Atatürk’ün kabrine devlet protokolü gitmekte ve sanki yaşıyormuş gibi ona hitaben sözler söylenmektedir. Bu tavır, nasıl Atatürk’ün öldüğü gerçeğini değiştirmezse Atatürkçülüğün diriltilemeyeceği gerçeğini de bize bütün açıklığı ile anlatabilir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.