Dağa çıkmadan önce
Birkaç gün önce, Uludağ’da beş dağcıya ulaşılamadı. Bursa’ya yürüyerek gitmek isterken dağda kaybolup mahsur kaldıkları anlaşıldı. Sosyal medya hareketlendi, neredeyse seferberlik ilân edildi. Bu tür haber ve olaylarla sık karşılaşıyoruz artık. Evet, yirmi yaşındaki jandarmaların kurtardığı dağcılardan bahsediyoruz.
Özel kıyafetler ve pahalı malzemeler bizi dağcı yapmaz. Büyük bir sektörün küçük bir parçası olabiliriz ancak. Amaçsız kampçılık da biraz böyledir. Evde yapılan şeylerin bir benzeri için yola çıkılıyor. Yemek, sohbet ve uyku. Uzun besin listeleri vs.
Dağlarda bilgisiz yahut tedbirsiz olmak, telâfisi imkânsız sonuçlar doğurabilir. Sadece kendimize değil, başkalarına, hatta en sevdiklerimize bile zarar verebiliriz. Dün gibi aklımda. On yıl oldu, oluyor. Kemer Country’nin sahibi Esat Edin, üç küçük evladını yanına alıp Kaz dağlarının eteklerindeki bir dere yatağına çadır kuruyor. Azıcık bir tabiat bilgisi bile bunun yanlış olduğunu anlamak için yeterlidir. Yüksek kesimlere yağmur yağar ve haberimiz olmaz. Kuru dere yatağına bir anda sel gelir. Kafamızı kaldırmaya dahi vaktimiz kalmaz. O çocuklara ne kadar üzülmüştüm, anlatamam. Cansız bedenleri üç kilometre ileride bulunmuştu. Basit bir kamp işinin sonuna bakın. Ne acı.
Biz de dağa çıkıyoruz. Daha geçenlerde, çıktığımız yerden bir vatandaşımız düşüp vefat etti. Dikkatsizlik veya kader. Cesedini bulduklarında tanınmaz haldeydi.
Çadırımız, uyku tulumumuz, özel besinlerimiz yok. Sabaha kadar ateşimiz yanıyor ve onun başındayız. Ateşin ısıttığı toprakta öylece uyumak şifadır. Elbette nöbet sistemiyle. Ateş sönebilir, yiyeceğin kokusuna yabani hayvan gelebilir.
Dağların da dili vardır. Yaz aylarında konuştuğunu kış mevsiminde konuşmaz. Gündüz ile gece arasındaki sıcaklık farkı yıkıcıdır. Anlık değişimler yaşanır. Bir anda tipi gelir, ayaz olur. Yağmur ve kar oralara başka yağar. Rüzgâr, yağışla yahut soğukla birleşirse tehlikelidir. Kuzey ile güney arasındaki ayrımı bilmek önemlidir.
Dağcılık için dağların dilinden anlamak, patikaları okumak, işaretleri takip edip çözmek gerekiyor. Yön duygusunun kuvvetli olması lazım. Her şart altında ateş yakma becerisi göstermeliyiz. Karın üstünde, yağmurun altında. Gerekirse iki ateş yakıp ortasında durmalıyız. Biz yaz kış çantamızda çıra taşıyoruz. Yanımıza mutlaka nacak alıyoruz. Ateş için kuytu, yani rüzgâr almayan ve yağıştan fazla etkilenmeyen yerler seçilmelidir.
Kış aylarında, yıkandıktan sonra dışarıya asılan kıyafetleri düşünelim. Sabah ne görüyoruz? Gecenin soğuğu onları dondurmuş, kaskatı yapmış. Soğukta ıslandığımız vakit, işte bu kıyafetleri üstümüze giymiş gibi oluyoruz. Adeta buzun içine giriyoruz. Vücut ısımız hızla düşmeye başlıyor. Hipotermi ve donma. Bu yüzden dağlarda ıslanmamak, o haldeyken rüzgâr almamak gerekiyor.
Dağcılık yapacaksak eğer otları, kökleri ve yemişleri öğrenmeliyiz. Dağlarda kuzukulağı ve tekesakalından çiğdem soğanına kadar, her mevsim yiyecek bir şeyler bulunur. Diyelim ki üç öğünlük plan yaptık. Yanımıza ona göre yiyecek aldık. Sonra bir arkadaşımız düştü ve yürüyemez duruma geldi. Bir anda dağda, ormanda kalma süremiz uzamış oldu. Her ihtimale hazırlıklı olmak iyidir.
Elbette bütün bunlar hemen öğrenilmiyor. Deneyim için deneyeceğiz. Meselenin esası şu: Amatör bile olsak, mutlaka içimizde tecrübeli biri bulunmalıdır. Hikâye malum: Varna savaşından sonra padişah muharebe meydanını gezer. Ölen düşman askerlerinin hep genç olduğunu görür. Komutanlarından birine sorar: “Bu kadar ölünün içinde hiç aksakallı görmedim. Hepsi genç, hepsi taze. Garip değil mi?” Komutanın cevabı: “Padişahım, içlerinde bir tane aksakallı olsaydı, başlarına bu felâket gelir miydi?”
Şimdi teknik ilerledi. İmkânlar arttı. Teknoloji sayesinde yeriniz hızlı bir şekilde bulunabiliyor. Konum atabiliyorsunuz örneğin. Gökhan Özcan’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Kaybolmanın tarihi, haritanın icadıyla başlar.” Şoförler için güncellersek, navigasyonun yaygınlaşmasıyla birlikte adres bulmak daha güç hale geldi. Aynı adrese defalarca gitmesine rağmen yine de bir başına bulmakta zorlanıyor. Çünkü yoldaki işaretlere bakmıyor.
Gerçi kaybolmak da göreceli bir kavramdır. Mustafa Özel’in Nihayet dergisinin aralık sayısında yayınlanan Muhasara Altında Muhasebe başlıklı yazısından bir anekdot paylaşalım: Amerikalı bir antropologlar heyeti, Amazon bölgelerinden birinde saha çalışması yapmaktadır. Önlerinde çat pat İngilizce konuşabilen bir yerli rehber. Sık bölgeye girmeden önce, yüksekçe bir tepedeki en yüksek ağaca bir işaret levhası asarlar. Kaybolursak, işaret ağacımıza dönmeye çalışalım derler. Bir süre sonra yolları karıştırmaya başlar ve kendi aralarında fısıldaşırlar: “We’re lost.” Yerli önce bu “kaybolduk” sözü üzerinde durmaz, sonra fısıldaşmalar artınca dayanamayıp sorar. “Kaybolduk” diye tekrar ederler. Yerli son derece şaşkındır; elleriyle önce kendine, sonra onlara dokunur. “Hayır” der, kaybolmadık, buradayız. Burada isek nasıl kaybolmuş olabiliriz?”
Dağlar ve dağcılıkla ilgili çok şey yazılabilir. Bizim birinci önceliğimiz: Hevesimiz için başkalarına zahmet veremeyiz.
Kendimize sormalıyız: Bunu niçin yapıyorum? ‘Macera aramak’ ve ‘bir şeyleri ispat etmeye çalışmak’ bizim için yanlış cevap. Doğrusu: Dünyanın tenhasına çekilmek, tabiatın içinde tefekkür etmek, o derin müziği, o sessiz merhameti duymak. Yanı sıra yeni yerler görmek. Hep şunu diyoruz: Biz dağa çıkmıyoruz, içimize iniyoruz.
Ağaçları, otları, kuşları, taşı ve toprağı tanımanın sayısız faydası vardır. Tabiat bilginiz belli bir seviyenin üstündeyse eğer, ilk kez gördüğünüz yerler bile size aşina gelir. Yabancılık çekmezsiniz. Bu yüzden ‘ne güzel ağaç’ değil, ‘ne güzel huş ağacı.’ Bunların hepsi kuş ama isimleri var. Şu mukallit, şu bıyıklı baştankara, şu tepeli toygar. İlhan Berk’in dizesi geldi aklıma. Ezberden yazıyorum: Ben bir tereyim diyor ot, sen kimsin?
Hayatın her alanı için geçerli olabilecek bir kural: Tanımak için yukarıdan aşağıya inmeyeceğiz, aşağıdan yukarıya çıkacağız.
Tanımadığınız bir insanın peşine düşer misiniz? Bir dağı tanımak, internetten uydu görüntüsü indirmek değildir. Şekerle ilgili yüz tane kitap okudunuz ama onu hiç tatmadınız. Bir hocamız benim kütüphaneyi görünce şunu demişti: “Gereksiz bilgiden Allah’a sığınırım.” Biraz böyle.
Dağcılık, malzeme almakla değil, ağaçlardan taş çeşitlerine kadar tabiatı bilmekle başlar. Bilen kaybolmaz, yolu uzar sadece. Mahsur kalmaz, zorluk yaşamış olur.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.