28 Şubat'tan günümüze Milli Görüş'ün seyrüseferi
Numan Kurtulmuş'un Saadet Partisi liderliğini niçin "umudun yeşermesi" olarak görüyorum? Bu çok uzun bir hikâye. Kısaltarak anlatmaya çalışayım:
Batı emperyalizmine, faizci kapitalist sisteme, Avrupa Birliği üyeliğine muhalefeti ile tebarüz etmiş olan Milli Görüş hareketi 28 Şubat sürecinde maruz kaldığı ağır oligarşik baskıların üstesinden gelebilmek için Batıcı liberal aydınların söylemlerine iltica etmişti. Konferanslarla, panellerde, sempozyumlarda mütemadiyen bu aydınlar konuşturuluyordu. Milli Görüş temsilcileri de onlar gibi konuşarak Avrupa Birliği üyeliğinin olmazsa olmazlığından söz ediyor, liberalizmi övüyor, NATO'nun İslam dünyasıyla bir derdinin olmadığını ileri sürüyor ve hatta Amerika Birleşik Devletleri'ndeki muvazaalı demokrasiye iltifat ediyorlardı.
Anayasa Mahkemesi'nin kapattığı Refah Partisi'nin yerine kurulan Fazilet Partisi, resmi söylem bakımından, Batı'nın güvenini kazanmaya ahdetmiş bir parti görünümündeydi.
O dönemde Milli Gazete ve Gerçek Hayat dergisinde yazdığım pek çok yazıda, konjonktürel bir manevra olarak benimsenen bu yeni söylemin kitleler üzerindeki yozlaştırıcı etkisine dikkat çekerek, anti emperyalizmin muteber bir tavır olmaktan çıkmaya başladığı uyarısında bulunmuştum. "Avrupa bize yâr olmaz" mealindeki yazılarıma Milli Görüş'çü gençlerden bile "bu söylemler eskidi" gibi tepkilerin gelmesi, hatta gençlerden bazılarının "Amerikan emperyalizmi" lafını bile dinozorluk alameti olarak görmeleri tüylerimi diken diken ediyordu. "Hareket kendi altını oyuyor. Taktik icabı başvurulan söylem kitlelerin yüreklerine nüfuz ediyor. Sonunda bu taktiğin gizlediği dava unutulacak ve taktiğin kendisi dava haline gelecek" deyip duruyordum. Nitekim bu süreç, Fazilet Partisi'nin de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması üzerine, "Kahrolsun Amerika" demeyi ayıp sayan, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası ile iş tutmaktan gocunmayan, Avrupa Birliği üyeliğini "medeniyetin kıyısında kalıp kenar mahalle ülkesi olmamak için" elzem kabul eden, dînî ve bölgesel birlik arayışlarını istihza ile karşılayan Adalet ve Kalkınma Partisi'ni doğurup iktidara taşıdı. Bu parti "Milli Görüş gömleği"ni çıkaranların partisiydi. Gömleklerini çıkarmayan Milli Görüşçüler, Saadet Partisi ile 'yola devam' dediler. Daha doğrusu 'yola dönüş' dediler. Kurulduğu günden itibaren en kuvvetli ve hatta yegâne iktidar namzedi olan AK Parti Batıcılık ve bilhassa Avrupacılık bayrağını kapmış giderken, Batı'ya iltifat siyasetini sürdürmenin bir anlamı yoktu. Milli Görüş, kadîm söylemine döndü. Ne var ki bu söylem Saadet Partisi'ne sadece yüzde 2.5 oranında oy getirdi. Zamanla bu oran da düştü.
Vazettiği dava istediği kadar ulvî olsun, ileri sürdüğü iddialar istediği kadar haklı olsun, söylediği şeyler istediği kadar doğru olsun, seçmen Saadet Partisi'ne hatırı sayılır bir teveccüh göstermedi. AK Parti yahut başka partilere oy veren kitlelerin "doğruya doğru" diyerek Saadet Partisi'ne hiç değilse söz planında itibar etmeleri için çok uygun bir konjonktür (Afganistan, Irak, Filistin ve Lübnan'daki mezalimlerden mütevellit yaygın bir Amerikan karşıtlığı) doğduğu halde, Saadet Partisi 'gönüllerin şampiyonu' da olamadı. O manada, Besim Tibuk'in Liberal Demokrat Parti'si yahut Hasan Celal Güzel'in Yeniden Doğuş Partisi'ne bir zamanlar gösterilen itibar kadar bile itibar görmedi. Kemikleşmiş parti tabanının bir adım ötesine tesir edemedi. Dahası, bir zamanlar Refah Partisi'ne oy veren ve ayrışma noktasında tercihlerini AK Parti'den yana kullanmış olsalar da bir gün Milli Görüş'e dönebilecek olan milyonlarca potansiyel seçmenini büyük bir kızgınlığa ve kırgınlığa sevk etti.
Kuruluş ve ilk yükseliş dönemindeki Batıcı duruşunu bir ölçüde revize eden ve Milli Görüş davasına da uygun düşecek bazı müsbet icraatlarda bulunan (mesela Suriye ve İran'la işbirliğini geliştiren, Irak'taki Şii-Sünni geriliminin düşmesine katkıda bulunan, Afrika açılımını başlatan) AK Parti hükümetine karşı fevkalade kırıcı bir 'kategorik red' söylemi tutturarak -hatta 'ulusalcıvari' bir topyekün savaş siyaseti güderek- hakkaniyet ölçüsünü kaybettiği intibaını uyandıran ve bazı dikkatsiz konuşmalarla / uygunsuz ifadelerle AK Parti seçmenlerinde aşağılanma duygusuna yol açan Saadet Partisi alternatif olma özelliğini kaybederken, genel olarak anti emperyalist duruş ve İttihad-ı İslam davası da Saadet Partisi'ne duyulan tepki veya en azından ilgisizlik yüzünden biraz daha 'irtifa' kaybetti.
Konuyu "yeşeren umut"a bağlayacağım, ama yarın inşaallah.