Lâik Rejimin İlâhiyat Fakültelerinde İcazetli Gerçek Din Âlimleri Yetişm
Gerçek İslâm âlimleri İslâm medreselerinde yetişir. Lâik sistemin veya rejimin İlâhiyat Fakültelerinde gerçek din âlimi yetişmez. Bugün ülkemizde iki türlü ilâhiyatçı vardır:
(1) Müslüman oryantalist kimliğinde birtakım akademisyenler, uzmanlar, araştırıcılar. Bunlar din hocası değildir, ulemâ değildir.
(2) Lâik düzenin İlâhiyat Fakültelerinde okumuş olmakla birlikte, Ehl-i Sünnet dairesi içinde kalmış, bazısı gerçek ulemâdan özel dersler almış ve kendilerine şöyle veya böyle İslâm hocası denilebilecek müsbet kimseler.
Öyle bozuk ilâhiyatçılar var ki, İslâm dinine bakışları gayr-i müslim oryantalistler kadar insaflı değildir.
Bu ilâhiyatçılardan biri “İslâm’da tesettür yoktur, tesettür Yahudilikten gelmiştir” diyebiliyor.
Sünneti inkâr eden ilâhiyatçılar var.
Hadîsleri inkâr edenleri var.
Fıkhı ve Şeriatı inkâr edenlerini hepimiz biliyoruz.
Kendini müctehid ilan edip “Kur’ân Yahudi ve Hıristiyanları İmâna ve İslâm’a çağırmıyor” iddiasında bulunan ilâhiyatçılar var.
Ashabın büyüklerinden Ebu Hureyre radıyallahu anh hazretlerine saldıran, onu -hâşâ- yalancılıkla suçlayan ilâhiyatçılar var.
Bir ilâhiyatçının içki içtiğini, namaz kılmadığını söylemişlerdi.
Reformcu ilâhiyatçıların sayısı az değil.
Pakistanlı bozuk Fazlurrahman’ın tarihsellik tezini benimseyenler var.
Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü perdesi altında İslâm’ın tek hak din olduğu inancını reddeden, Ehl-i Kitabı Cennete sokan (sanki Cennet babalarının mülküymüş gibi...) ilâhiyatçılar var.
Listeyi uzatmayayım, hepsini yazmaya kalksam kitap olur.
Gerçek İslâm âlimi kimdir?
(1) İcazetli üstadlardan âlet ilimlerini ve ‘âli ilimleri bihakkın okumuş, imtihan vermiş ve icazet almış olmalıdır.
(2)İlmiyle ‘âmil bulunmalıdır.
(3)Kur’ân ve Sünnet dairesi içinde bulunmalıdır.
(4) Zühd, takva, vera sahibi olmalıdır.
(5)İlmî vakarını korumalıdır.
(6)Güzel ve yüksek bir ahlâka ve karaktere, İslâmî faziletlere sahip olmalıdır.
(7) İbnüzzaman olmamalıdır.
(8) Elinden geldiği, şartlar elverdiği derecede Peygamberimizin Sünnetine yapışmış bulunmalıdır.
(9) Halka ve gençliğe gerçek İslâm’ı öğretmelidir.
(10) İman, İslâm, Kur’ân, Sünnet, Şeriat nurlarını halka öğretmek; insanları ebedî saadete ulaştırmak için çalışıp çırpınmalıdır. Yani hizmet ehli olmalıdır.
Maalesef İslâm medreseleri kapatıldıktan sonra yeterli miktarda icazetli din âlimi yetiştirilemedi.
Bir ara Bulgaristan’dan gerçek icazetli ulemâ geldi. Meselâ üstad Ahmed Davudoğlu ve benzerleri.
Mısır’da, Şam’da, Pakistan ve Hindistan’da ve sair bilâd-ı islâmiyede okumuş ve icazet almış ulemâmız vardır. Lâkin bunların sayısı yeterli değildir.
Türkiye’deki müftülerin HEPSİNİN icazetli gerçek âlim ve müftü olmaları gerekir. Müftülük lâik rejimin verdiği bir unvan değildir. Müftü olmak için tabakat-i fukahanın müftülük derece ve rütbesinde bulunmak gerekir.
Sadece ilâhiyat fakültesi diploması ile müftülük yapılamaz.
İyi niyetli ilâhiyatçılarımızın, mutlaka icazetli hocalardan ders alıp, imtihanı başarı ile verip icazet almaları şarttır. Aksi takdirde dinî hayat çöker.
Bugün ülkemizde öyle sahte müftüler var ki, hayızlı (aybaşılı) bayanların namaz kılabileceklerini, oruç tutabileceklerini iddia edecek kadar ileri gitmektedirler. Bu iddialar Kur’ân’a, Sünnete, icmâ-i ümmete kesinlikle aykırıdır.
İcazetli muttaki hocaların, din âlimlerinin eksikliği ve sayılarının azlığı yüzünden korkunç bir fitne, fesat ve fetret çığırı açılmıştır.
Yeterli din eğitimi almamış, ilmihalini bilmeyen cahil halk, sapıttırıcıların kurbanı oluyor.
İslâm medreselerinin hâlâ kapalı bulunması büyük ve vahim bir insan hakları ihlâlidir.
Varlıklı Müslüman kimseler ve cemaatler an geçirmeden başta Hindistan’daki muteber ve güvenilir medreseler olmak üzere, dünyanın her yerindeki güçlü, ciddî, seviyesi yüksek medreselerde talebe okutmalı, bunlara icazet aldırmalıdır.
Diyanet’ten Cesur Hutbeler İstiyoruz
DİYANET İşleri Başkanlığı ülkeyi, devleti, halkı sarsan büyük krizler konusunda aydınlatıcı, ıslah edici, yol gösterici hizmetler yapmalıdır. İslâm’ın temel farzlarından biri de emr bi’l-mâruf ve nehy ‘ani’l-münkerdir, yani iyiliği desteklemek ve emr etmek, kötülüğü engellemek ve yasaklamak vazifesidir.
Diyanet bu işi elbette bir siyasî parti gibi yapamaz. Lâkin en uygun ve en seviyeli bir şekilde mutlaka yapmalıdır.
Meselâ bir Cuma günü Türkiye’nin bütün camilerinde şu konuda bir hutbe okutulmalıdır:
“Dünya şeffaflık ve temizlik anketinde bu yıl ülkemiz, 10 tam not üzerinden sadece 4 alabilmiştir. Bu rakam da göstermektedir ki, Türkiye temiz ve şeffaf bir ülke değil, maalesef kirlenmiş bir ülkedir. Bizde yoğun bir kokuşma mevcuttur. Bu ise bizim devlet olarak, ülke olarak, halk olarak geleceğimizi karartmaktadır.
İslâm dini temizliği en geniş mânâsıyla emr eden, istikameti (doğruluğu ve dürüstlüğü) farz kılan, emanetlere hıyanet etmeyi yasaklayan bir dindir. Sevgili Peygamberimizin sıfatlarından biri de “Emîn”, yani güvenilir olmasıdır.
Bir Müslüman ülke, bir Müslüman toplum nasıl oluyor da, temizlik, şeffaflık, doğruluk, ahlâk, fazilet ve dürüstlük konusunda böyle kötü bir not alabiliyor?
Bizde niçin rüşvet, haram yeme, dalavere, sahtekârlık, rezillik, saçı bitmedik yetimlerin haklarını yeme, ihalelere fesat karıştırma, nepotizm, uyuşturucu kaçakçılığı, fuhuş ve seks ticareti, kumar, içki, riba, soygun, talan, hortumlama, kara servet edinme bu kadar yaygın ve yoğundur?”
Bu hutbenin özetini daha fazla uzatmayacağım...
Diyanet, camilerde sık sık bu gibi hutbeler okutmalıdır.
Öldürücü krizlerle sarsılan, sosyal ve kültürel zelzelelerle temelleri yerinden oynayan bir ülkede; vergi ödemenin kutsallığı, enerji ve su israfının önlenmesi, diş sağlığı gibi suya sabuna dokunmayan, okul kompozisyonu gibi yavan, ruhsuz, basmakalıp sıradan hutbelerle kendimizi aldatmayalım.
Polonya, Sovyetler Birliği’nin uydusu ve sömürgesi iken, stalinist bir zulüm rejimi altında ezilirken o ülkedeki Katolik kilisesi seviyeli ve cesur muhalefet yapıyor ve kurbanlar veriyordu.
Diyanet, ülkemizdeki büyük ve köklü kötülükleri siyasî açıdan değil dinî ve kültürel açıdan tenkit etmelidir.
Müslüman bir ülkede böyle tenkitler yapılmazsa, karanlıklardan kurtulup aydınlık ufuklara çıkamayız.
İslâm ahlâkında şecaat denilen bir haslet vardır. Müslümanlar cesur olmalıdır, gerçekleri hikmetli bir şekilde haykırmalıdır.