“Osmanlı Demokrasisi”nden “Cumhuriyet Türkiyesi”
Osmanlı’nın devlet anlayışını maddeleştirmeye dünden devam ediyoruz…
7. İnsanı merkez alan anlayışın kaynağı Kur’an’dır ve Kur’an hükümleri zulüm ve istibdat meyline karşı en büyük engeldir. Bu yüzden padişahlar ve yöneticiler zulmü bir yöntem olarak benimsememişler, bu yoldaki bazı münferit hareketleri ise şiddetle cezalandırmışlardır.
8. Her padişah, tahta çıkar çıkmaz, Kur’an’a ve töreye bağlı kalacağına yemin eder. Bu yemini Şeyhülislâmlık ve halk denetler.
9. Halkın iradesi padişahın nüfuz ve kudretinden üstündür. Bu yüzden padişahlar zaman zaman kıyafet değiştirip halkın içine karışmakta, talep ve değerlendirmeleri birinci elden almaya özen göstermektedirler.
10. Sultan Birinci Mahmud Devri Reis-ül-Küttablarından (Dışişleri Bakanı diyebiliriz) Emârzâde Hacı Mustafa Efendi, Fransız Sefiri Marquis Villeneuve’e söyledikleri meşhurdur: “Aslına bakarsanız, Osmanlı Devleti, adı henüz konmamış bir cumhuriyettir.”
11. Osmanlılarda en nüfuzlu insan padişah değil, Şeyhülislâmdır. Şeyhülislâmın herhangi bir kararına padişahın itiraz etmesi sözkonusu bile değildir. Padişahların isteğini reddeden pek çok Şeyhülislâm vardır.
12. Osmanlı Devleti’nde, bugünkü anlamda olmasa bile, yakın anlamda “kuvvetler ayrılığı prensibi” mevcuttur. Padişah, idari işlerde hükümete karışamaz, tahakküm edemez. Yalnızca tavsiyelerde bulunabilir.
13. Avrupa’da hiçbir insan hakkı yokken, Osmanlı’da padişahların ve diğer yöneticilerin, insan haklarına riayetleri diplomatik belgelerden anlaşılmaktadır. (Bu da zaten inanç temellidir: Çünkü insan haklarına riayetsizlik kul hakkını gözetmeme anlamına gelir).
14. Kendi yaptırdığı camiin dışında hiçbir padişahın adı hiçbir binaya, şehre, esere verilmemiştir. Bu gelenek cumhuriyetten sonra oluşmuştur.
15. Halk, padişahı açıktan açığa tenkit etmek, devlet ve hükümet adamlarını alaya almak hakkına sahiptir. Vaizler vaazlarında, halk hatipleri meydanlarda tenkit hakkını kullanırken zabıta müdahale etmez. Özgürce konuşurlar. Bunun sayılamayacak kadar örneği var.
16. Padişahlar yalnız Müslüman milletin değil, yönetimi altında bulunan gayrimüslim milletlerin de hakkını-hukukunu muhafazaya mecburdur.
17. Osmanlı Devleti’nde Müslüman olmayan insanların dinlerini özgürce yaşama hakları mevcuttur. Kimse onlara baskı yapamaz, kimse kem gözle bakamaz (Fatih’in “Amannâme”si), kimse onları aşağılayamaz ve asla kınayamaz.
Osmanlı ceddimizin halkına yaşattığı hak ve hürriyetleri bugün bile mumla arıyorsak, bu işte bir terslik var demektir.
•
Gazetecilikte pirimiz, Ziyad Ebüzziya’dan okumuştum: “Mutlakiyet (padişahlık) devrinde bir gazeteye kapatma cezası verilince, bunun gerekçesi önce o gazetede ilân edilir, sonra diğer gazetelere yazdırılırdı. Benim gazetecilik ettiğim yıllarda ve daha sonraları ise, gazeteler, 'görülen lüzum üzerine' kapatılırdı ve gerçek sebep, ekseriya gazetenin kendisine dahi bildirilmezdi...
“1943-44 yıllarında bir gazetenin kapatıldığını öbür gazetelerin yazması dahi yasaklanmıştı. Gazete yeniden yayınlanmaya başladığında, 'biz kapatılmıştık' diyemezdi. Okuyucu ancak tefrika [yazı dizisi] numaralarından bunu anlayabilirdi...
“Mevhibe İnönü'nün (Kendisine “Milli Şef” dedirten İsmet Paşa'nın eşi) fotoğrafı birinci değil, üçüncü sayfada yayınlanması hakaret kabul edilerek Tasvir-i Efkâr Gazetesi kapatıldı...
“Almanlara karşı tavır alınmamasını (İkinci Dünya Savaşı esnasında) tavsiye ederdik. Günün birinde Almanlar sınırlarımıza dayandılar. Almanlarla bir saldırmazlık paktı imzaladık. İmza gecesi Ankara'da, Dışişleri Bakanı Selim Sarper, 'Tasvir-i Efkâr şimdi, ‘biz demedik mi diye yazar, hükümeti küçük düşürür' dedi. [Bu ihtimal ile) altı hafta süreyle kapatıldık...
“Antep'ten gelen bir mektup koyduk gazeteye, 'petrol yok, çocuklar çıra ışığında ders görüyor' diye yazdık. 10 gün kapatıldık..." (Tercüman, 23 Ocak 1986)”
•
Galiba cumhuriyetin otuz ikinci yıldönümüydü. Başöğretmenim Hikmet Bey, bir gün hışımla sınıfa girdi ve âdeta bağırdı:
“Çocuklar, İsmet Paşa’nın diktatör olduğunu söyleyenlere sakın inanmayın, ne Atatürk diktatördü, ne de onun şanlı arkadaşı İsmet İnönü. Zaten diktatörlüğü kaldırıp cumhuriyet ilan ettik.”
Başöğretmenim Hikmet Bey iflah olmaz bir “İnönücü”ydü, Adnan Menres’e ve Demokrat Parti’ye de çok kızıyordu…
Hışımla sınıfa girip, girer girmez o devrin ana muhalefet partisi lideri İsmet İnönü’yü savunmasından anladım ki, dışarıda birileriyle bu konuyu tartışmış, iyice damarına basmışlar.
Hem sınıfa çöreklenen ağır havayı dağıtmak, hem de sınıfın “çokbilmiş”lerinden olduğumu göstermek açısından hemen sormuştum: “Diktatör ne demek öğretmenim?”
Hızla bana dönüp, “Yine mi sen?” der gibi yüzüme baktıktan sonra: “Sınırsız yetki sahibi yönetici demektir çocuklar” diye izah etti, “sadece padişahlar sınırsız yetkilere sahipti: Dedikleri dedik, çaldıkları düdüktü...”
Böyle olmadığını Batılı tarihçiler söylüyor.
Bugün için ise, aradan geçen bunca yıla, dünyanın demokratik hak ve hürriyetler açısından aldığı bunca mesafeye rağmen, “Türk demokrasisi”nin tıkır tıkır işlediğini söylemek çok zor…
Bunun için bir an önce övmeyle sövme ikileminden kendimizi kurtarmamız lâzım…
Yapamadıklarımızın sebeplerini sorgulamalıyız… Hatalarımızı tespit edip üzerine gitmeliyiz.
Ön yargımızın, ya da kişisel muhabbetimizin ölçüsüne göre, diktatörlüğün bazı türlerini “şık” bulma alışkanlığımızdan maalesef kurtulamadık.
Oysa diktatörlüğün hiçbir türü “şık” değildir.
Şık ve güzel olan, demokratik hak ve hürriyetlerin herkes için geçerli olmasıdır.
Başı açıklar için de, başı örtülüler için de.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.