Mustafa Çağrıcı

Mustafa Çağrıcı

İnsan olmak / İnsan kalmak

İnsan olmak / İnsan kalmak

İnsan, biyolojik olarak herhangi bir canlının tekâmül etmesi suretiyle meydana gelmiş ya da gelmemiş, önemli değil. Bu hususta bilim ne diyorsa (veya diyebiliyorsa) odur. Önemli olan, insanın özellikle tabiatın ötesindeki hüviyetiyle, “insan” olma hakikatiyle “yaratılmış” olması; alelade fiziksel bir bedene -Kur’an’ın o muhteşem tabiriyle- Allah’ın “kendi ruhundan üflemesi (nefha)” sonucunda insan olma hüviyetinin verilmesidir.

Bir canlı, “nefha” değilse insan da değildir. Doğal bir evrim varlığı olmakla “insan olmak” arasındaki eşik bu “nefha” ile aşılmıştır.

***

Kur’an’ın daha çok kalp kelimesiyle ifade ettiği, kesinlikle doğal varlığımızın dünyasına ait olmayan, doğal varlığımız gibi rasyonel yoldan kanıtlayamasak da ondan daha kesin bir şekilde “keşfettiğimiz” bir öz gerçekliğimizin varlığını apaçık biliriz. Bu keşif -Batıda Descartes’ın, bizde ondan altı asır önce İbn Sînâ’nın dedikleri gibi- fiziki varlığımızdan hiç haberimiz olmasa bile, bize “verili” (aprioric) bir bilgidir ve bütün bilgilerimizden daha güçlü olarak doğruluğuna inandığımız, çünkü sürekli yaşadığımız bir bilgidir. Aslında biz, kendimizi, Allah’ı, özgürlüğümüzü, güzelin güzelliğini, iyinin iyiliğini yalnız ve yalnız bu bilgiyle biliyoruz. Deneysel varlığımızın bu bilgiyle temelde bir ilgisi yoktur.

Fiziksel ve biyolojik tabiatta kesinlikle dinî, estetik, ahlâkî inanma ve değer kavramı bulunmaz. Çünkü bunların üçü de normatiftir, yani “buyururlar, isterler” ama determine etmez, zorlamazlar. Tabiat ise istemez; yapar, zorlar. Tabiat “sünnetullah”tır ve Kur’an şu cümleyi dört defa tekrar eder: “Sünnatullahta asla değişme bulamazsın.” Onun için tabiatta özgürlük yoktur, zorunluluk vardır. Giyinmeyen üşür, üşüyen titrer.

Aslında zihinsel işleyişimiz de böyledir; bilimsel bilgi, bilmenin şartlarını taşıyan herkese kendi doğruluğunu ve sonuçlarını hiçbir seçim imkânı vermeksizin zorla kabul ettirir. Ama sanat, ahlâk ve din özgür seçim alanıdır; determinik anlamda dayatmaz; buyurur, ister. Onun için de -Kur’an’ın ifadesiyle- isteyen inanır, isteyen inanmaz. Evrende tek sorumluluk varlığının insan olması da buradan yani özgürlükten gelir. Hem felsefî hem sosyolojik anlamıyla özgürlük yoksa insan yoktur; çünkü özgürlük bizim “nefha” boyutumuza aittir.

Sığırlar, ceylanlar da tabiatın çayırlı çimenli, çiçekli, ırmaklı… alanlarını görürler, yerler içerler. Ama yalnız insan gördüklerindeki güzelliği keşfeder; yalnız insan gördüklerine sanatsal, ruhanî, hatta mistik bir boyuttan da bakar ve gördükleri karşısında bir vecd hali yaşar. Çünkü buradan bakan insan, artık Darwin’in “evrimleşmiş maymun”undan ötede bir hakikattir. Sığırların, ceylanların hepsi baktıklarında aynı şeyi görürler; sadece insanların her biri gördüklerini farklı farklı görürler; çünkü burada gören artık ruhun gözüdür ve o göz herkeste farklıdır.

***

İşte “insan kalmak”, aslında bize nefhedilmiş olan ruhun işidir. Gerçek sufîler ısrarla söylerler ki, bu ruhun aşkın Hakikati, güzeli ve iyiyi görmesinin önünde perde olan ve sonuçta bizi (eğer öyleyse) tekâmül ettiğimiz maymun aslımıza veya başka bir biyolojik varlık boyutumuza hapseden sebep, bedensel/biyolojik taleplerimizi, kişisel/grupsal çıkarlarımızı, hayvanî hükmetme eğilimlerimizi putlaştırmamızdır; efendileri olarak kullanacağımız bu şeyleri kendimize efendi yapmamızdır.

Eğer günümüzde dünyaya bir de buradan bakarsak gerçeğin kesinlikle böyle olduğunu, dünyadaki bütün uyumsuzlukların, çatışmaların, acıların arkasındaki temel gerçekliğin bu olduğunu apaçık görürüz. Ama Kur’an’ın ifadesiyle “şu insan ne kadar cahil ve zalim!” İnsan olarak kalamıyor; en temiz kalması gereken dinini bile hayvani doğasına kurban ediyor. Gazâlî’nin aktardığına göre Abdullah İbnü’l-Mübarek’e sormuşlar: “Aşağılıklar denince kimleri anlıyorsunuz?” Cevap vermiş: “Dini kullanarak dünyalık elde edenleri.”

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mustafa Çağrıcı Arşivi