Neden AHLAK?
İnsanlar birbirlerini değerlendirirken umumiyetle önce karşıdakinin ahlakına bakarlar. Zira Hz. Peygamber’den itibaren bizim kültürümüzde de ahlak en yalın olarak “iyi geçimli, hakka hukuka saygılı olma” şeklinde tanımlanmış; dolayısıyla “Ne kadar ahlaklıysan o kadar insansın” diye düşünülmüştür.
(İnsanı “sosyal bir varlık” olarak tanımladı diye Mısırlı âlim Reşid Rıza’yı pozitivist Durkheim’in yanına koyan meslektaşıma hatırlatmak isterim:) Aralarında Fârâbî (ö. 950), Ebû Hayyân et-Tevhîdî, Gazâlî, Râgıb el-Isfahânî, Râzî gibi en büyüklerin de bulunduğu ilim ve fikir adamlarımız, “İnsan doğası gereği sosyal bir varlıktır” (el-İnsânu medeniyyun bi’t-tab‘i) cümlesini sıklıkla tekrar etmişlerdir. Sadece Râzî’den üç cümle: “İnsan doğası gereği sosyal bir varlıktır. İhtiyaçlarını ancak hemcinsleriyle bir araya toplanarak (ictimâ) karşılayabilir. Onların her biri bir meslekle uğraşır ve bu sayede hepsinin ihtiyaçları karşılanmış olur” (Tefsir, Beyrut 2000, 29/211).
***
İnsanoğlu ahlâka ve onun en zaruri unsurlarının kurallara dönüşmüş, somut yaptırımlarla desteklenmiş şekli olan hukuka muhtaçtır; devlet ve hukuk buradan doğmuştur. Bugün de dünya meselelerinin tamamına yakınının ahlakla ilgili olduğunu görüyoruz: Hak ihlalleri, savaşlar, işgaller, katliamlar, sömürüler, açlık ve yoksulluk, çevre sorunları, terör, vs…
Modern ulaşım, iletişim ve bilişim ağı nedeniyle dünya küçüldükçe sorunlar küreselleşmekte, bu da insanlığı şimdiye kadar gördüklerinden, bildiklerinden farklı kötülük ve zarar riskleriyle karşı karşıya bırakmaktadır. Bütün bunların nedeniyse ta Kabil ve Hâbil’den beri aynıdır: İnsanoğlunun bencil ve çatışmacı içgüdüleri. Yüce Rabbimiz yeryüzünde bir halife (insan) yaratacağını bildirince melekler “…Orada fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” demişlerdi (Kur’an, 2/30-33). Hikâye uzun… Ogün bugün insanoğlu hem birbirine destek oluyor hem birbirini boğuyor.
Neden ahlak? Çünkü kötülükler bitmiyor; çünkü insanoğlunun bilhassa iki yıkıcı tutkusu, hubbu’l-câh (makam/yönetme tutkusu) ve hubbu’l-mâl (mal/sömürme tutkusu) aklını ve vicdanını esir alıyor. İşte dünyayı yangın yerine, soygun yerine çeviren bu tutkulardır. Bu tutkular yüzündendir ki, iki metre kabre sığan insan dünyaya sığmıyor; zenginleştikçe yoksullaşıyor, hükmettikçe köleleşiyor. Zamanımızda yılda on milyon insan açlıktan ölüyor. Daha da öldürmek için her yıl 1.7 trilyon dolar harcanıyor.
***
İslâm, Allah’ın insanlığa son ve ebedi mesajı, âmennâ.. O zaman İslâm’ın böyle bir dünyaya söyleyecek sözü olmalıdır. Elbette var; ama bu çağın dilini, talep ve ihtiyaçlarını bilip anlayacak, İslâm’ın sözünü bu çağa sunacak ulemanın olması gerekiyor. Tıpkı o sözü kendi çağına sunan Gazâlî (ö. m. 1111) gibi:
“Kimi insanlar mallarını peş peşe hacca giderek harcıyorlar; ama komşularının açlığını umursamıyorlar. (Hz. Peygamber’in en yakınlarından, Kur’an âlimi) Abdullah b. Mes’ud şöyle demişti: ‘Öyle bir zaman gelecek ki sebepsiz hacca gidenler çoğalacak. Yolculukları kolaylaşacak, ancak sevaptan mahrum olarak dönecekler.’ Bişr b. Hâris (ö. m. 841), hacca niyet edip kendisiyle vedalaşmak ve tavsiyesini almak için gelen birine sorar:
-Yanına ne kadar para alıyorsun?
-2000 dirhem.
-Hacca niçin gidiyorsun..?
-Allah’ın rızasını kazanmak için.
-Allah’ın rızasını evinde oturarak… kazanmak ister misin?
-İsterim.
-O zaman git, 2000 dirhemi şu on kişiye paylaştır: Borçluya ver, borcunu ödesin; yoksula ver, sıkıntısını gidersin; ailesi kalabalık olana ver, çocuklarını doyursun; yetimi olana ver, eli rahatlasın… Paranı muhtaçlara dağıtıp gönülleri sevindirmen, farz olanın dışındaki yüz hacdan daha hayırlıdır” (İhyâ, Kahire 1332, III, 409).