İnanç ve ahlak
Eğer içimizden bir dürtü bizi çirkin ve haksız işler yapmaya kışkırtıyorsa, bilelim ki, içimizdeki bir putun sesi Allah’ın bizi güzel, haklı ve hayırlı işler yapmaya çağıran davetini bastırıyor demektir ve -tasavvuf erbabının gayet güzel açıklamış olduğu üzere- bu, Allah’a ortak koşmanın gizli şeklidir. Çünkü Kur’an’ın anlatımıyla bir adamın içinde iki kalp olmaz; bir Allah’ın otoritesi, bir de nefsin otoritesi olmaz. Öyleyse “Allah’ı bir bilme” anlamında ‘tevhid’in hâkim olduğu bir vicdan bilerek haksız ve zalimane işler yapmaya izin vermez.
Mesela bütün dinlerde komşuya zarar vermeme buyruğu insan haklarına saygının, iyi ve erdemli insan olmanın asgari şartının sembolik ifadesidir. Hz. Peygamber bu ilkeyi “Komşusunun kendisine güven duymadığı kimse vallahi iman etmiş değildir” sözüyle dile getirmişti. Çünkü o kimse, komşusuna yani insanlara karşı davranışında Allah’ın hükmünü bırakıp nefsinin isteğine uymuş ve bu suretle buyruğa itaatte nefsini Allah’a ortak koşmuştur.
Komşularına zarar vermeyen her insan inançlı olmayabilir; ama hiçbir gerçek inançlı insan komşusuna zarar veremez. Şunu da belirtmeliyim ki, bütün mevcudatın Allah’ın eseri olduğu ve varlığı, var edenden dolayı sevip haklarını gözetmenin en yüksek ahlâkî buyruk olduğu bilincine yükselememiş insanda kategorik sevgi, dürüstlük, adalet vs. ilkelerin önüne pragmatik eğilimlerin geçtiği bir son nokta her zaman vardır ve o noktadan sonra artık ahlak yoktur. Bunu asla aklımızdan çıkarmayalım. Modern çağa kadar bütün insanlık vicdanının din ile ahlak arasında daima bir kesin bağ görmesinin sebebi budur. Modern çağın insanı işte bu bağı reddetmenin bunalımı yaşıyor ve daha fazlasını da yaşayacak. Ünlü düşünce ve siyaset adamı Brezinski bu bunalımın sebeplerini üç maddede özetlemişti: Aşırı dünyevileşme (sekülerizm), aşırı hazcılık (hedonizm), aşırı maddecilik (materyalizm). Bunları sureta (maskeli) dindarlarda da görebiliriz ve görüyoruz.
***
Vicdanımızı aydınlatan, ahlakımızı düzene sokan içimizdeki yasa sahibi Allah, hakikatte yegâne ahlak rehberimizdir. Bir mümin elbette Allah’a ontolojik hakikat olarak iman eder; ama aynı zamanda O’na ihtiyacımız var. O bizi kendisine muhtaç olacak şekilde yarattığını bildirir. O’nun rehberliğini bilip işaretlerine (âyât) uymak hidayet, içimizdeki o rehberin sesinden kopmak dalalet’tir. İbn Tufeyl’in meşhur Hay b. Yakzân hikâyesinde bize anlattığı gibi efendimiz Muhammed’e gelen vahiyde anlatılan Allah da ıssız bir adaya bırakılıp bir ceylanın sütüyle büyümüş gencin kendi aklî yeteneğiyle varlığını kavradığı, sesini duyduğu Allah da o Allah’tır. Ve O bize aynı şeyi buyurur: Ey kulum! Biyolojik tabiatının, nefsani tutkularının isteklerini benim yasalarıma üstün tutmak suretiyle kendini veya başka herhangi bir şeyi bana ortak koşma. Bana, benim birliğime gerçekten inanıyor olman için benim yasama uymayan, benim razı olmayacağım hiçbir işi bana rağmen yapmaman, hele hakikatte kötülük olan hiçbir işi iyilik maskesi takarak asla yapmaman gerekir. Çünkü bunu yapmak münafıklıktır ve -Kur’an’da bildirildiği gibi- münafıklık, maskelenmiş şirktir.
***
Kindî’den İbn Sînâ’ya, Gazâlî’ye, Râzî’ye kadar İslâm düşünürlerince insanoğlunun bu dünyadaki aslî misyonu, -antik felsefelerden de yararlanılarak, ayrıca “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma”yı öğütleyen hadisten de ilham alarak- “Allah’ın fiillerine benzer işler yapma” şeklinde anlaşılmıştır. Bu söz, -ünlü Kur’an âlimi Ragıb el-Isfahânî’nin muhteşem anlatımıyla- bütün fiillerimizi elimizden geldiğince doğru, iyi, adaletli ve hikmete uygun yapmamız, böyle bir karar ve niyet taşıyarak yapmamız anlamına gelir. Bu aynı zamanda ahlakın ilâhî hakikatle böyle bir ontolojik bağ kurmakla tam bir güvence altına alınmış olacağını gösterir. Bu bağın kurulmadığı durumlarda ahlak hiçbir zaman bütün varlığı kucaklamayı buyuran şartsız yasalar bütünü olamaz. Çünkü varlığa en son noktada Allah’ın “esmâ ve sıfât”tının tecellileri olarak bakılmadığı yerde “yasaya saygı”nın yerini “yasanın bize ne getirdiği” düşüncesi alır.