Varlık Soruları
Aşağıdaki sorular Müslüman, Hıristiyan, Musevî, Deist, ateist herkesi ilgilendirir. Bunları sormak ve DOĞRU cevaplarını arayıp bulmak her insan için gereklidir.
Ben varım, bu varlığım nereden geliyor? Ben kendi kendime mi olmuşum, yoksa beni var eden Biri mi var? Nereden geliyorum, nereye gidiyorum? Ölüm bir son mudur, bir bitiş midir? Yoksa öldükten sonra da varlığım devam edecek midir?
Dünyada birçok kötülükler yapılıyor ve beşerî adalet bunların faillerinin çoğunu ya hiç cezalandırmıyor, yahut yeterli şekilde cezalandırıp suçluları tenkil etmiyor. İleride adaletli bir Mahkeme-i Kübra kurulacak, herkesi hesaba çekecek midir?
Dünyada herkes mutlu olamıyor. Bazen iyiler eziliyor, kötüler safa sürüyor. Ahiret denilen âlemde durum nasıl olacaktır?
Ruh nedir?
Eğitim sistemimizde darbeci General Kenan Evrenin koydurduğu bir din kültürü dersi var ama genç nesillere bu soruların doğru cevaplarını öğretemiyor, basma kalıp marjinal bir ders...
Büyük medya bu konulardan ve sorulardan uzak duruyor, halk yığınlarını cahil bırakıyor.
Ailelerin kaçta kaçı çocuklarına bu konuda çok sağlam, çok doğru bilgi ve kültür verebiliyor?
Varlık ve ahiret konusundaki bilgisizlik toplumu temellerinden sarsıyor.
Bu konuda Müslüman büyükler, sivil toplum kuruluşları vazifelerini hakkıyla yapıyor mu?
İslamın ve İmanın temel şartlarından biri, ahirete inanmaktır.
Ruha, ölümle varlığın bitmediğine, kabir ve berzah âlemine, Kıyamete, Mahkeme-i Kübraya, Cennete ve Cehenneme, ebedî saadete ve ebedî mutsuzluğa...
Adam Müslüman, Âmentüyü ezbere biliyorsa, “Ben ahirete inanıyorum” diyor ama bu inanç dilde kalıyor, kalbe inmiyor. Ahirete inanıyorsan, dünya için dünyada kalacağın yaşayacağın kadar çalışacaksın, ahiret için de orada kalacağın kadar. Dünya fâni, âhiret ebedî.
Üst tabaka Müslüman gerçek kişiler ve tüzel kişiler niçin, doğru ve yeterli İman, İslam, Kur’an, Sünnet, Şeriat hizmetleri yapmıyor?
Dinî kültür konusunda cahil kalmış milyonlarca halk niçin uyarılmıyor, aydınlatılmıyor, müjdelenmiyor, bilgilendirmiyor?
Niçin kalplere ve gönüllere nüfuz edemiyoruz?
Niçin insanları kurtarmak için gereği gibi ve yeteri kadar çalışmıyoruz? Bunca cemaatimiz, vakfımız, derneğimiz, tarikatımız, gazetemiz, tv’miz var ama hizmetler yeterli ve doyurucu değil.
İman İslam Kur’an Sünnet Şeriat gerçekleri konusundaki boşluğun, cahilliğin, gafletin baş sorumluları; ellerinde para, imkân, fırsat, hürriyet olan Müslüman kodamanlardır. Vazifelerini hakkıyla ve dosdoğru yapanları tebrik edip ellerinden öpüyorum. Yapmayanları da haddim olmayarak kınıyor ve uyarıyorum.
Mahkeme-i Kübrada, mutlaka yapılması gerektiği ve yapılabilir olduğu halde, yapılmayan, ihmal, hatta büsbütün tatil edilen hizmet ve faaliyetlerin de hesabı sorulacaktır.
Ümmetsizliğin, ittihadsızlığın ve bir İmam-ı Kebire biatli olmamamızın cezasını çekiyoruz.
Ümmet birliği olsaydı islamî, imanî, Kur’anî hizmetler doğru dürüst yapılırdı.
Bir İmam-ı Kebir bulunsaydı hizmet olurdu, hizmetsizlik olmazdı.
***
BATIRAN YAPI ŞEHVETİ
Japonlar ilim, eğitim, üniversite, sanat, kültür, teknik, sanayi, üretim, ticaret, tarım, balıkçılık, çiçekçilik, görgü velhasıl her konuda bizden ileriler. Müslüman değiller ama onlarda bizdekinden fazla İslam ahlakı var.
Japonlar niçin bizden ileri olmuşlar da biz onların seviyesine yükselememişiz?
Bunun on kadar büyük sebebi, yüz kadar orta ve küçük sebebi vardır. Burada büyük sebeplerden birini açıklayacağım.
Japonlar küçük, mütevazı, çok az eşyalı basit fıtrata uygun evlerde yaşar. Biz ise mesken konusunda haddimizi ve fıtrat sınırlarını aşmışız; lüks ve ihtişamlı, içi çoğu faydasız ve lüzumsuz eşya ve mobilya dolu, şatafatlı, gerekenden daha geniş, israflı hanelerde yaşıyoruz.
Son kırk senede meskene, mobilyaya, şatafata, lükse, israfa yüz milyarca belki de bir trilyon dolar gömdük. Bu muazzam para bizim sermayemizdi. Bunun hiç olmazsa yarısı ile, Japonların ve G. Korelilerin yaptığı gibi ihracata yönelik fabrikalar açabilir, büyük bir sanayi kurabilirdik.
Sermayemizin büyük kısmını toprağa, betona, meskene, eşyaya gömdük, ölü duruma getirdik.
Varlıklı ve orta halli halkın salonları saçma sapan (evet bilgelik açısından saçma sapan) lüzumsuz eşya ile dolu. Fakirlerimiz de onlara özeniyor.
Şimdi duruyor mu bilmem, bir ara her salona bir müzik seti koyduk.
Jakuziler, süper lüks mutfaklar, banyolar, en pahalısından granitler. Bazılarımız işi o kadar azıttı ki, muslukları altınla kaplattı.
Lüks meskenler hiçbir şey üretmez. Onlar ölü yatırımlardır.
Yapı, beton, lüks, şatafat şehvetinden kurtulmadıkça kalkınmamız mümkün ve muhtemel değildir.
Küçük, basit, mütevazı, az eşyalı Japon evlerinden ibret almalıyız.
Çok büyük Yahudi iş adamları, beş on milyon lira verip bir mesken satın alacağına, kirada oturmayı tercih ediyor. Ev satın almıyor, lüks bir daireye ayda on bin lira kira ödüyor. Senede 120 bin lira eder. Beş on milyonu ticarette çalıştırıyor, yılda bir milyon kazanıyor.
Şu soruları günde en az bir kere sormadıkça adam olamayız:
Neyimiz eksikti de biz Japonlar gibi, onlar kadar olamadık?
Niçin G. Kore’ninki gibi muazzam bir otomotiv ve elektronik sanayiimiz yok?
Ana sektörü lüks mesken, yapı, inşaat, beton olan bir ülkenin Japonya, G. Kore gibi kalkınması mümkün değildir.
Medyadaki satılık mesken ilanlarına bakınız. Hepsinde lüks, konforlu kelimeleri geçiyor.
İsraf, lüks, ihtişam, şatafat nice imparatorluğu batırmış...
(Yirminci asrın büyük düşünürlerinden İngiliz Schumacher’in KÜÇÜK GÜZELDİR kitabını duydunuz mu, okumayı düşünür müsünüz?)