Dil ve alfabe
Dil ve alfabe bir milletin toplumsal karakterinin dışa vurumudur.
Yani, harfler ve kelimeler, toplumsal karakteristik öğelerdir. Bunlar aynı zamanda müzikle, mimari ile, edebiyatla harmanlanmıştır.
Örneğin, Kiril Alfabesi’nin dili, mimarisi, resmi, müziği, dansı, edebiyatı, estetiği ona uygundur...
Latin Alfabesi’nin de öyle.
Japon Alfabesi’nin de…
Kimilerinin “Arap Alfabesi”, kimilerinin “Kur’an Hattı”, kimilerinin de “eskimez yazı” dedikleri yazı türü ise bizde farklılaşmış, “bize uygun” hale gelmiştir...
Aynı yazı, Arapların elinde “küfi”leşip köşelenirken, (sivri ve köşeli yazı türü aynı tür bir karakteri yansıtır) Osmanlıların elinde “sülus”laşarak yuvarlaklaşmış, Osmanlı’nın Araplara nisbetle daha sabırlı, daha sevecen, daha uzlaşmacı ve dayanışmacı karakterini yansıtmış (birbirine bağlı harfler), en az “bizim kadar bizden” olmuştur.
Osmanlı mimarisi de aynı karakteristiğe uygun olarak şekillenmiştir...
Kubbe kültürü, toplumun yazıya yansıyan karakterine ek olarak bir korumacılığı (muhtaçları himaye gibi) da aksettirir...
Gerçekten Osmanlı idrakı “zekat” ve “sadaka” gibi yardımlarla ulaştığı fukarayı minnet altına sokmamak için “vakıf”laşmış, (yanlış hatırlamıyorsam, aşağıdaki tespit Avrupalı gezginlerden Dr. Brayer’e aittir: “İstanbul’dan Kırım’a kadar Osmanlı Devleti’nin pek çok bölgesini gezdim, ama dilenciliği meslek edinmiş birini görmedim” bu anlayış sayesinde devlet büyük bir hayır kuruma dönüşmüş, hükümdarlar ve diğer yöneticiler ise bu büyük hayır kurumunun “hizmetlileri”ne dönüşmüştür. (Başta padişah olmak üzere, üst düzey yöneticiler vakit buldukça fukaraya yemek dağıtılan mekânlara gidip bizzat bu hizmeti kendileri görürlerdi.)
Hani kardeşiniz sağanak altında ıslanırken şemsiyenizi onunla da paylaşınca huzur bulursunuz ya, işte bunun gibi, Osmanlı insanı da kendisi gibi inananlar başta olmak üzere, tüm insanları “insanlık ekseni”nde kendine kardeş sayan bir hayat görüşü çerçevesinde, şemsiyesini, muhtaçları hayatın sağanaklarından koruyacak şekilde açar, imkânlarını diğer kardeşleriyle de paylaşırdı.
İşte bu “şemsiye harekâtı” kubbeye dönüştü ve kubbeler mabedlerde taçlaştı.
Itri’nin bestesi (özellikle de tekbir), Süleymaniye’nin kubbesine, ikisi birden sülus yazısına, üçü birden Fikret’in “Su Kasidesi”ne (edebiyata), dördü birden ecdadın resim san’atına (minyatürde perspektif yok diyenler, uzağı da yakın gören yüreklerin perspektifini kavrayamayanlardır) ve hepsi birden Kur’an’ın insanı merkez alıp hayatı onun etrafında örgüleyen estetik anlayışına ne kadar da yakışıyor.
Tanzimat öncesinden başlayarak gelen Batılılaşma süreci içinde, tümün bir parçası olan geleneksel alfabemizden vazgeçmekle, sadece birkaç harften vazgeçmedik, böyle bir bütünlüğü bozduk... Ya da böyle bir bütünlükten koptuk.
O günden bu yana savruluyor oluşumuzda bu kopuşun rolü yok mu sanıyorsunuz?
Gördüğünüz gibi, alfabe değiştirmek basit bir şey değil! Çünkü alfabe olmayınca müzik olmuyor, edebiyat olmuyor, san’at olmuyor, mimari olmuyor...
Dilin bile eski zenginliğini koruyamıyorsunuz.
•
Hani derler ya, “Başkasının yürüyüşünü taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü de unuttu” diye...
Aynı şaşkınlıktayız. Batılılar gibi yürümeyi bir türlü öğrenemedik. Kendi yürüyüşümüzün ritmini de unuttuğumuz için yürüyemez olduk.
Zaman zaman eski değerlerimizde hamleye kalktığımız oluyor, ancak eski değerlerimizin tümüyle barışamadığımızdan dolayı, aradan bir süre geçince bir sebeple tekrar yere kapaklanıveriyoruz.
Konu eski alfabeye dönme konusu değil artık, onu hayatımızın bir parçası sayıp onunla birlikte var olan estetik dünyamızı yeniden inşaa etmek...
Hat, tezhip, ebru, çeşm-i bülbül gibi, yaşlılarımız tarafından ihmal edilmiş özelliklerimizin gençlerimiz tarafından ihya edildiğini görmek beni çok mutlu ediyor ve gelecek açısından da umutlandırıyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.