Değişim ve Muhafazakârlık
Rabbimiz ‘Muhavvilü’l-ahvâl’dir, ‘halleri değiştiren’dir; değişim ‘âdetullah’tandır; değişim değişmeyen gerçektir. Bilimsel keşiflerin yoğunlaşmaya başladığı yaklaşık üç asır öncesine kadar değişim süreci yavaş ilerlediği için bireylerin ve toplulukların hayatları, kültürleri; düşünme, inanma ve davranış biçimleri üzerindeki etkisi hissedilmiyordu. Ama felsefî gelişmeler, bilimsel keşif ve icatlarla bunların sağladığı imkânlar sayesinde dünya eski durağanlıktan hızlı bir değişim çağına girdi. Bu süreçte toplumlar kabaca iki gruba ayrıldı: Bir grup değişimin farkında olup, onu kendi yararlarına uygun şekilde yönetiyorlar. Başka bir grupsa değişimin gidişatında etkili olmayıp, diğerlerinin amaçları için kullanabilecekleri nesne durumundadır. Dünyada her alanda yapılan istatistikler bunu gösteriyor.
Çağdaş Fransız düşünür Alain Touraine Birlikte Yaşayabilecek miyiz? başlıklı kitabını şöyle bitirir: “19. yüzyılın ortalarında Avrupalı düşünürler ve siyasiler artık Fransız Devriminin sonuçlarını değil, sanayi toplumunun ve bu toplumdaki çatışmaların doğuşuna hazırlanmaları gerektiğini anlamak için nasıl büyük bir çaba göstermek zorunda kaldıysalar, bizler de bugün, eğer değişmekte olan bir dünyanın aktörleri olmak istiyorsak, güç bir değişimi tamamlamak zorundayız.”
Bazılarının hoşuna gitmese de şunu söyleyeyim ki, “Avrupalı düşünürler ve siyasiler” eğer büyük bir aptallık yapıp değişim sistematiklerini bozmaz, hatalarını da azaltırlarsa, Touraine’in dediği gibi “dünyanın aktörleri” olarak “değişimi tamamlayacak” ve değişimin başka bir evresine geçeceklerdir.
***
Değişime karşı durmanın adı ‘muhafazakârlık’tır. Esasında kültürel kimliklerin en önemli kaynaklarından birinin gelenek (buna dinî gelenekler de dahil) olduğu malumdur. Fakat “geleneğin sorgusuz sualsiz kutsal alan kabul edilip korunması” anlamındaki muhafazakârlık, değişim olgusunu durduramasa da yönünü saptıran yıkıcı bir direniştir. Böylesi bir muhafazakârlık, modern çağda, bilimsel ve ekonomik gelişmeden tutunuz da adalet, insanın saygınlığı ve hakları, canlı-cansız tabiatın korunması gibi ahlâkî ve hukuki konulara kadar her alanda çağın dışına düşmenin en önemli sebebidir. Onun için gelenekle uyuşmaz gördükleri açılımları boğma yönünde kararlı duranların, bu tavrın İslâm toplumlarına nelere mal olduğunu görmeleri için birkaç dakikalığına düşünmeleri bile yeterlidir.
Bunları konuşup yazanlara, “Bir asırdır ülkeyi laik zihniyet yönetiyor da ne oldu!” tarzında itirazlar oluyor. İki şey söyleyeyim:
1. Muhafazakârlık dinî alanla sınırlı değildir. Bugünlerde hem dinî hem din dışı alanda yapılan tartışmalardan bunu rahatlıkla anlarsınız. Yanmaz kefen pazarlama gibi saçmalıkların arkasında ne kadar “kutsal” gelenekçilik ve muhafazakârlık varsa, birkaç liralık bir kitabın birkaç bin liraya kapışılması olayı gibi gerçekliklerin arkasında da bilinç düzeyi sıfır seviyesinde bir muhafazakâr zihin vardır. Ve dikkatle bakarsanız, bütün Müslüman toplumların yaşadığı sorunların altında, bu çağın insanı için değerini yetirmiş olan sözde “dinî” ve “laik” türleriyle bu muhafazakârlığı görürsünüz. Bu muhafazakârlıkla bu çağın toplumları olmamız -zor değil- imkânsızdır.
2. Yukarıdaki itiraza ikinci cevabım şudur: Eğer toplumumuz diğer Müslüman toplumlardan bir adım öndeyse, bunun sebebi, Tanzimat sonrasında -kusurlarına rağmen- kısa süreliğine de olsa bir değişim iradesi göstermiş ve bu yönde bazı işler yapmış olmamızdır.
Şundan kuşku duymuyorum: Osmanlı’nın son asrındaki bilinç, akıllı ve gerçekçi bir değişim çizgisinde devam etseydi bugün sadece ülkemiz değil, bütün Müslüman toplumlar dinî, bilimsel, toplumsal, siyasal… alanlarda bugünkünden daha ileri bir düzeyde olurlardı. Türkiye 2000’lerin başında bu yönde bir hamle yapmış ve dünyada izlenir olmuştu. Hala bunu başarabilecek imkânlara sahibiz; yeter ki hep birlikte değişime inanalım ve bunun bilgisel ve ahlâkî şartlarına uyalım.