Ak Parti'nin iktidar paradoksu!
AK Parti 17 yıldır iktidarda ama iktidarın mahiyeti 17 yıldır aynı değil. AK Parti’nin 17 yıl önceki iktidarı bugüne nazaran “daha az” bir iktidardı. Çünkü girdiği ilk seçimde aldığı yüzde 34 oyla tek başına hükümet kurmuş olmasına rağmen iktidarı paylaşması gereken başka aktörler de vardı denklemde. En başta sivil ve asker bürokrasi.
İktidara geldiğinde daha önceki bütün sivil siyaset kadrolarının yaptığı gibi bu denklemi değiştirmek için mücadele vermek durumunda kalan AK Parti diğerlerinden daha şanslıydı. Mevcut rejimin artık Türkiye’yi taşıyamaz durumda olduğunu gören başka toplumsal aktörlerle adı konulmamış bir mutabakat çerçevesinde adı konulmamış bir koalisyon kurdu ve reformcu programını uygulamaya koyuldu. Yargı ve askeriye dışında neredeyse bütün kurumlardan (büyük sermaye çevreleri ve medya da dahil olmak üzere) az ya da çok destek alan bir hükümet vardı. Türkiye’deki demokratik reformları kendi çıkarları bakımından gerekli görüp ellerinden geldiğince destekleyen Avrupa Birliği ile ABD’nin pozisyonu da içerideki dengeleri etkileyen bir unsurdu.
Bununla bağlantılı olarak Türkiye’deki yeni iktidar profili “kendi kimliğini koruyarak modernleşme” yolu arayan Ortadoğulu komşularımızca da “model” olarak algılanmaya başladı. ABD işgalinin darmadağın ettiği Irak’ta siyasi sistemin yeniden tesisi yolunda toplumsal gruplar arasında arabulucu rol üstlenerek imza attığımız diplomatik çözüm veya İsrail-Filistin ihtilafında yine arabulucu rolümüzle -daha çok Filistinlilerin lehinde görülen- bir ilerleme sağlayışımız her iki dünyadaki itibarımızı artıran dış politika başarılarıydı.
Dindar bir kadro yönetiminde “kimliğini koruyarak demokratikleşen ülke” görüntümüz bizi İslam dünyasının model ülkesi yaparken, aynı zamanda İslam dünyasındaki bu rolümüz de Batıdaki itibarımızı yükselten bir kaldıraç olmuştu. Diğer yandan, Ak Parti hükümetlerinin içeride de özellikle sağlık, ulaşım, sosyal politikalar vb. gibi alanlarda ideolojik olmaktan ziyade hizmet odaklı görünen icraatı oylarını artırmaktaydı.
***
Ülke içindeki belirli güç merkezleriyle iktidarını paylaşarak belirli bir programı uygulamaya çalışan partinin aslında kendisi de bir koalisyon hüviyeti taşıyordu. Farklı kesimleri temsil eden, farklı geçmişleri olan, farklı alanlarda tecrübe ve donanım sahibi kişilerden müteşekkil güçlü bir kadro hareketi vardı karşımızda. Tayyip Erdoğan’ın liderliği neredeyse “eşitler arasında birinci” olarak tebarüz eden ve bu kadronun ahengini sağlamaya yönelik toparlayıcı bir roldü. İşte bu dönemde hem icraatta hem de siyasi mücadelede kayda değer başarılara imza atmıştı AK Parti. Ancak sonraki süreçte işler tersine gider oldu.
Eski rejimin kendi pozisyonunu muhafaza güdüsünün ve toplumdaki geleneksel fay hatlarının tahrikiyle 2007’de baş gösteren siyasi kriz yeni bir dönemin ilk habercisiydi. AK Parti yönetici elitinin daha önce mesafeli bir ilişki içinde olduğu “Gülen cemaati”nin gayrıresmi iktidar ortağı haline gelişi de bu tarihten itibaren kendini gösteren “siyasi beka” endişesine dayalı yeni bir yönelim çerçevesinde imkân buldu. Bu dönemde partinin içindeki koalisyon zayıflayıp güçlü liderlik ve merkeziyetçi bir yönetim kendini göstermeye başlarken dışarıdaki koalisyon ise karakter değiştiriyordu.
Bu yeni dönemin belli başlı birkaç dönemeci var… İlki, 2007’deki cumhurbaşkanlığı krizi ve e-muhtıra girişiminin akabinde başlatılan Ergenekon süreci ve 2008’deki karşı hamle olarak görülebilecek AK Partiyi kapatma davası.
İkinci dönemeç, bu sürecin uzantısı olarak gerçekleşen 2010 referandumuyla birlikte siyasetteki karşıtlıkların toplumsal bir kutuplaşmaya evrilmesinin yolunun açılması.
Üçüncüsü, Suriye iç savaşında izlenen politikayla hem demokratik dünyaya entegre olma hedefinin terkedilmesi hem de yine bununla bağlantılı olarak bölgesel model ülke rolünün kaybedilip sonuçta ister istemez “içe dönük” bir siyaset anlayışının benimsenmesi.
Dördüncü dönemeç, Gezi Parkı olaylarıdır. Adına ister kutuplaştırma siyaseti isterse konsolidasyon stratejisi diyelim, AK Parti yönetiminin o günlerde benimsediği yeni dile toplumun bir kesimindeki tepkinin sağlıksız patlayışı.
Gezi olaylarının bir sonucu da iktidar partisinin yönetim modelinde tamamen merkeziyetçi bir karakterin artık geri dönülmez biçimde kendini kabul ettirmesidir.
Sonraki süreçte ülkenin hükümet modelinin Başkanlık rejimine dönüştürülmesi bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir gelişme. Hakeza FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişimi karşısında kamuoyunda oluşan atmosfer de o dönemde daha merkeziyetçi bir siyaset anlayışının kabulü yolunda kolaylaştırıcı bir faktör oldu. Hükümet sisteminin değiştirilmesiyle ilgili referandumun ve ardından cumhurbaşkanlığı seçiminin kazanılması bu atmosfer içinde gerçekleşti.
***
Bugünkü siyasi tabloda AK Parti elindeki iktidarı en az paylaştığı bir noktada bulunuyor. Ne askeriye ve yargı gibi eski rejimin patronaj kurumları ne büyük sermaye çevreleri ve medya ne de sivil toplum iktidar denklemi içinde yok artık. Keza parti içinde de liderin hemen arkasındaki sırada oturan, sözü dinlenen ve yetki kullanabilen hiç kimse kalmadı. Mutlak bir iktidar tablosu var karşımızda. Paylaşılmayan, tek bir elde toplanmış olan büyük ve neredeyse sınırsız bir güç.
Buna mukabil, nihayetinde şehirlerimizi yönetecek belediye başkanlarını belirleyeceğimiz yerel seçim AK Parti’nin tarihinde yeni bir “dönemeç” olma ihtimali taşıyor. Hatta bu seçimi beka meselesi olarak görenler bile var.
Bu nasıl oluyor? 17 yıllık iktidar yıpranmasına rağmen oylarını hep artıran veya koruyan, ülkenin hemen her bölgesinde destek bulabilen tek parti olan ve şu anda elinde şimdiye kadar hiçbir dönemde görülmemiş büyüklükte ve muazzam ölçüde bir siyasi güç bulunan AK Parti için bir yerel seçim neden bu kadar önemli olsun? Bu sorunun cevabı yeni sistemde İktidar olma çıtasının büyük bir özgüvenle yüzde ellinin üzerine çıkartılmış olması.
Diğer yandan, bir siyasi partinin devletin bütün organlarını denetleyebilen bir güç olması yanında sivil toplum, sermaye ve medya üzerinde daha önce örneği görülmemiş bir hegemonya kurabilmesi bir yanıyla başarı elbette. Ama diğer yanıyla toplumun itirazlarını, eleştirilerini veya muhalif güçlerin seslerini duyurma kanallarının kapatılmış olması ciddi bir handikap oluşturuyor. Seçim sandığını toplumdaki rahatsızlıkların ifadesi için tek pencere haline getirmesi önümüzdeki pazar günkü yerel seçimi kendisi açısından riskli bir konuma yerleştirdi. Paradoks şurada ki tam da iktidar gücünün hegemon niteliği yüzünden İstanbul ve Ankara başta olmak üzere belediye seçimlerinde yaşanabilecek muhtemel bir hezimet AK Partinin siyasi alandaki hakim pozisyonunu sarsabilecek.
İktidarın fazlası zarar diyebiliriz buna. Çünkü iktidarın fazla tezahürü aynı zamanda iktidarın azalmasına veya kaybedilmesine sebep olabilir. Daha az iktidar daha kalıcı bir iktidardır. Daha az iktidar dediğim iktidar gücünün ve sorumluluklarının paylaşılması. Aşırı merkeziyetçi olmayan, kişiselleştirilmeyen, dolayısıyla birden fazla aklın katkı verdiği ve toplumun mümkün olduğunca geniş bir kesiminin enerjisinin temsil edildiği bir siyaset daha sürdürülebilir niteliktedir.
Ama bir partinin ortak akıl yerine, yani toplumun geniş kesimlerinin arzu ve beklentilerinin, özellikle de gelecek tahayyüllerinin zemini olmak yerine dar bir çevrenin sıkı denetimine girmesi yukarıda işaret ettiğimiz paradoksun ortaya çıkmasını gerektiriyor. AK Partinin sorunu da öncelikle bu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.