Belediye başkanına hizmet etmek
Biliyorsunuz, Cumartesi Yazıları’nda ülkenin geçici aktüel gündeminden bir parça uzaklaşıp aktüalitesi hiç geçmeyen problemlerimizi tartışmaya çalışıyoruz. “Ülke yangın yeri, adamın gündemine bak” sataşmalarına kulak asmadan… Çünkü bu konular bihakkın gündem konusu olamadığı için gazete sayfalarında tartışılması beklenen meseleler(in çoğu) çıkıyor karşımıza. Zaten Karar yazarlarının ayırt edici özelliği bu. Gündemin köpüğüyle uğraşmaktan, gündelik polemiklerin üstünde sörf yapmaktan ziyade karşımızdaki problemlerin derin boyutuna işaret etmek. Bu sebeple ben “Cumartesi Yazıları”nı zevkle ve biraz da sorumluluk duygusuyla yazıyorum.
Diğer yandan, siyasi gündemi tek geçerli ve meşru gündem saymak ve gazeteciliği siyasetin -tabiri caizse- kuyruğuna iliştirilmiş bir uğraş olarak sınırlamak son derece yanlış olur. Türkiye’de gazeteciliğin başlangıcında da bu anlayış yoktu. Hükümet icraatını halka duyurmak amacıyla yayın yapan “resmî” Takvim-i Vekayi ve “yarı resmî” Ceride-i Havadis gazetelerini saymazsak, ilk bağımsız gazetemiz olan Şinasi ve Agah Efendi’nin çıkardığı Tercüman-ı Ahval’de -ve bilahare bu çizgiyi sürdürecek diğer mevkutelerde- yalnızca zabıta meselelerinden şikayetle veya belediye hizmetlerinin eleştirisiyle yetinilmiyordu.
Ekonomi yönetiminde, eğitim sisteminde, dış politika alanında hatta politik düzen konusunda eleştiriler ve öneriler dile getiriliyordu. Ne var ki bu konularda yazılanlar da aktüalitenin çemberi içindeki gelip geçici tartışmaların ötesinde yeni görüşler ortaya koyan, sözgelimi meşruti yönetim veya kuvvetler ayrılığı gibi kavramları ülkenin entelektüel gündemine getiren fikir yazılarıydı. Şiir, tiyatro, müzik tartışmaları da gazete sayfalarında yapılıyordu, tarih araştırmaları da gazetelerde çıkıyordu o günlerde.
Tercüman-ı Ahval ile başlayan, sonra Tasvir-i Efkâr ile devam eden, ancak bu gazetelerin yayıncıları ve yazarları yurtdışına çıkmak zorunda kalınca İngiltere’de Namık Kemal’in Hürriyet’i ile sürdürülen, sonraki devirlerde gelişen ve yaygınlaşan popüler yayıncılık karşısında da varlığını ve ağırlığını hep sürdüren anlayış bugün Karar’ın temsil ettiği fikir gazeteciliği geleneğidir.
***
Aslında bugün Cumartesi Yazıları konseptinin bir parça dışına çıkma izni istemek için yaptım bu uzun girizgahı… Çünkü aktüel boyutu olmakla beraber aktüalitesi hiç geçmeyen problemlerimizden birini de gündeme getiren seçim konusu var karşımızda…
Belki dikkatinizi çekmiştir, siyasi meselelerden söz ederken çoğu zaman konuyu sosyokültürel yapımıza bağlamaya çalışıyorum. “Politik birlik” anlamında “millet olma” meselesine, vatandaşlık bilinci konusuna, siyasi parti taraftarlığının şehirli kimliği ve feodal aidiyetler konusuyla ilgisine değinmediğim bir siyaset yazısı neredeyse yok.
Hem bu konuyu çok önemsediğim için fırsat buldukça altını çizme gereği duyuyorum hem de ana problemi çoğunlukla aktüel bir probleme bağlı olarak dile getirme mecburiyetinden dolayı ne demek istediğimi iyi ifade edemediğimi düşündüğüm için.
Ama şimdi ne demek istediğimi çok net anlatan bir video var internette. Geçtiğimiz hafta İstanbul’daki seçim tartışmaları bağlamında epeyce gündeme geldi. Muhtemelen görmüşsünüzdür: Yerel seçimlerin hemen ertesi gününde Cumhurbaşkanı Erdoğan’la sohbet eden bir grup partili kadın CHP’li adayın İstanbul’a belediye başkanı seçilmesinden duydukları rahatsızlığı yüksek sesle dile getiriyorlar. Hatta cumhurbaşkanı bunları sakinleştirmeye çalışıyor. “İtirazlarımızı yapıyoruz, bundan bir sonuç çıkmasa bile topal ördek olacak, her istediğini yapamayacak” gibi sözler söylüyor, CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’nu kastederek.
Kadınlar memnun oluyor, “inşallah inşallah” diye coşkuyla karşılık veriyorlar Erdoğan’ın sözlerine. Ancak içlerinden biri hepsinden daha heyecanlı. “Topal ördek” sözüyle de teskin olmuyor. “Benim eşim belediyede memur, biz bunlara hizmet edemeyiz” diye feryat ederek seçim sonuçlarından yakınmasını sürdürüyor.
***
Kişisel bir tutumun veya özel bir yaklaşımın değil, toplumun geniş bir kesiminde egemen durumda bulunan bir zihniyetin ifadesi var sözlerinde bu hanımefendinin. Üstelik yalnızca belirli bir partinin taraftarlarına veya belirli bir toplum kesiminin mensuplarına has olmayan, Türk toplumunun büyük çoğunluğunun paylaştığı bir zihniyetten bahsediyorum. Onun için önemli, üzerinde durulması gereken sözler bunlar.
En başta, belediyede görev yapan -yani yasal bir sözleşme çerçevesinde emeğinin karşılığında ücret alan ve esas itibarıyla yasalara karşı sorumlu olan- bir memurun belediye başkanının “şahsi hizmetkarı” gibi algılanması, belediye başkanının da senyör/toprak ağası konumunda görülmesi anlamına geliyor. Haddizatında toplumun büyük çoğunluğunun anayasal anlamda yönetme yetkisi almış olan herkese, belediye başkanına da cumhurbaşkanına da aynı rolü verdiği malum. Hatta yüksek memurlara bile -“Osmanlı paşası” gibi- devletin temsilcisi olmaktan ziyade bizzat devlet olarak, yani devletin şahıslaşmış, cisimleşmiş hali olarak baktığımız da yalan değil.
Demek ki millet, devlet, toplum, vatandaşlık gibi modern kavramların toplumsal zihniyetteki karşılığı modernlik öncesi zamanların anlayışına göre şekilleniyor. Bunun sebebi kimlik ve aidiyet algımızın güncellenememiş olması. Çünkü soy birliği, hemşerilik gibi modern öncesi aidiyet referansları yerine vatandaşlık ve milli kimlik aidiyetlerinin benimsenmesi için belirli bir sosyolojik aşamaya ulaşmak gerekiyor.
Nüfusunun büyük çoğunluğu köylerde yaşayan ve feodal ilişkilerin az çok devam ettiği bir ülkede modern anlamda bir toplumdan söz edilemezdi zaten. Yani Türk modernleşme tarihinin erken safhalarında görülen çatışma ve gerilimlerin daima kimlik siyaseti ekseninde su yüzüne çıkması tesadüf değil.
Her ne kadar 1950’li yıllardan itibaren yaşanan köyden kentlere göç sürecinde giderek kır nüfusu azalıp şehir nüfusu artmış olsa da şehir nüfusunun söz konusu plansız göç ve çarpık şehirleşme dolayısıyla sosyo-kültürel anlamda şehirli niteliği taşımaktan uzaklaşmış olması ayrı bir problem. Yani kırsal nüfusu göçle şehirlileştiremediğimiz yetmiyormuş gibi geçmişteki şehir nüfusu da nitelik kaybetti bu süreçte.
Zihniyetle ilgili bir diğer problem kaynağı da bizde vatandaşlık haklarının kazanılmış olmayıp bahşedilmiş olması. Yani modernleşmenin bütün ayakları gibi politik/anayasal modernleşmenin ve demokratikleşmenin de “yukarıdan” başlatılmış olması. Toplumun ihtiyacı ve talebinden değil, yönetenlerin Avrupa’nın sosyokültürel özelliklerine sahip olma gereğine ilişkin düşüncelerinden kaynaklanmış olması.
Oysa Avrupa tarihinde şehirleşmenin temsil ettiği modernleşme süreci ticari etkinliklerin gelişmesine paralel olarak iktisadi bir ihtiyaç olarak vatandaşlık haklarının geliştiği ve bireylerin bu anlamdaki hukukları adına mücadele verdikleri bir süreçtir. Siyasetin manası da bu mücadelenin konusundan ibarettir. Sözgelimi İngiltere’de yoksullar, emekçiler çoğunlukla işçi partisine, hali vakti yerinde olanlar muhafazakâr partiye oy verirler. Almanya’da, Fransa’da, İtalya’da da öyledir. Bizdeki nispeten varlıklı kesimin “sol” partiye, emekçi kesimin sağ partiye oy verme eğilimi tamamen çözülememiş kimlik meselemizin tezahürüdür.
Geçen gün de yazmıştım: Ülkemizdeki seçimlere katılım oranının yüksekliği de demokrasiye olan inancımızın bir göstergesi olmaktan ziyade devleti yönetme yetkisinin “bizden olmayanların” eline geçmesine engel olmaya yönelik bir refleksin ifadesi. Bu da toplum haline gelememiş olmamız, milletleşme sürecinin ilk basamaklarından yukarıya bir türlü çıkamayışımız gibi sosyolojik problemlerle ilgili bir durum…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.