M. Şevket Eygi

M. Şevket Eygi

Günler Gelip Geçmektedir

Günler Gelip Geçmektedir

KÜÇÜK alametlerin tamamının, büyük alametlerin bir kısmının zuhur etmiş olduğu biliniyor. Zinalar binalar, fitne fesatlar, isyanlar tuğyanlar, azgınlıklar çılgınlıklar devrinde yaşıyoruz.

Bunun sonu herc ü merctir. Zincirleme çöküşler olacaktır. Papalığın sonu yakındır. Amerikan imparatorluğu çökecektir. Sovyet imparatorluğunun çökmesi gibi...

Üçüncü dünya savaşı ne zaman başlayacak? Kesin tarihini bilmem, dört beş sene sonra olabilir.

Atom savaşı... Topyekûn savaş...

Zâlimlerin geleceği parlak değil.

Gafillerin istikbali karanlık.

Fâsıklar o günlerde ne yapacak?

Haram servet sahipleri, biriktirdiklerini yiyemeyecek.

Hayatlarını elektriğe, konfora, israfa, sefahate, müzeyyen meskenlere, lüks otolara, kolay kazançlara ayarlamış olan hedonistler perişan olacak.

Ekmek, su, yakacak, ilaç, zarurî ihtiyaç maddeleri nasıl bulunacak?

Radyasyon zehirli bir rüzgâr gibi her yeri saracak.

Rûm, Büyük Şehri istilâ edecek, sonra şehir tekrar geri alınacak. Bu, ikinci fetih olacak.

Beyaz bayraklılar, siyah bayraklılar...

Şam’da önemli hâdiseler olacak.

Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar altüst olacak.

Küfür, zulüm, azgınlık sonunda yenilecek.

Bir müddet dünyaya barış, huzur, adalet hâkim olacak.

Sonra işler yine bozulacak.

Dünya bir karar üzere durmaz, çark-ı felek döner durur.

Günler gelip geçmektedir.

Kuşlar gibi uçmaktadır.

Ehl-i fesâdın yeri nâr

Ehl-i salâh Uçmak’tadır.

(Aziz Mahmud Hüdâyî)

Büyük Şehirde Bir Gün

BUGÜN Perşembe 8 Kasım 2008... Hicrî takvimle 9 Zilkade 1429... Saat: 10’u çeyrek geçiyor... Hava açık, güneş gökte parlıyor. Balkondaki üç kedi hayatlarından memnun, uzanmış yatıyor.

Düşünceliyim. Kendimi düşünüyorum, şehri düşünüyorum, toplumu düşünüyorum.

Şehir bir felaket. Bina ve zina almış yürümüş. Para, din iman haline gelmiş, put olmuş.

Caddelerden sel gibi insan akıyor. Ya Rabbi, ne kadar insan var bu şehirde!.. Bir koşuşturma ki sormayın... Niçin böyle acele ediyorlar?

Ezan okunuyor, önünden geçtiğim şu camiye gireyim. Ezan güzel mi okunuyor, çirkin mi? Okuyanın sesi müsait değil, musikî kültürü yok. Niçin bu kadar bağırıyor? Keşke hoparlörleri sonuna kadar açmamış olsa.

Camideki cemaat sayısı çok az. Bir İslâm şehrinde bu kadar halk içinden sadece yirmi otuz kimse mi gelmiş bu büyük camiye? Niçin daha fazla sayıda Müslüman namaz kılmıyor?

Küçük esnaf, yaşlılar, giyim kuşamları pek şık ve itinalı olmayan kimseler... Lüks kostümlü, güzel giyimli Müslüman yok mu? Gelmemişler, neredeler onlar? Yazık, servetleri onlara namazı, cemaati unutturmuş.

Cami dört yüz yıllık bir eser. Kapı üstünde 19’uncu asrın büyük hattatlarından bir üstadın nefis bir kitabesi yer alıyor. Acaba günde kaç kişi bu levhaya alıcı gözle bakıyor zevk alarak. Bu şehrin Müslümanları niçin bu güzel yazıları okuyup anlayamıyor?

Namaz İslâmî manada pek neşeli bir şekilde kılınmıyor. İmam efendinin önünde sâbit bir mikrofon var, ayrıca yakasına bir de seyyar mikrofon mandallamış. Ses fazla çıkıyor, ruhaniyet kayboluyor.

Caminin içindeki Latin yazılı levhalar hiç hoş değil. Vatandaş telefonunu kapat... Vatandaş pabucunu şöyle tut... Vatandaş ayakkabılıkların üstüne pabuç koyma... Vatandaş klima cihazıyla oynama... Vatandaş saati kurcalama... Atalarımız camilere âyet, hadîs, hikmetli kelâm-ı kibar levhaları koymuşlar, biz ise...

Namazdan sonra avluda İngilizce Türkçe WC levhaları gözüme çarpıyor. Bunlar kutsal bir mekâna yakışmıyor. Üç kuruş gelir gelecek diye cami avlusuna WC levhası konmaz...

Tekrar kalabalık caddeye çıkıyorum. Karnım aç, bir yerde yemek yemeliyim. Ara sokaklarda eski bir İstanbul lokantası var, oraya gidiyorum. Küçük şirin bir mekân, sahibi dindar, vakit namazlarında camiye gider, aşçıları, garsonları efendidir, işlerinin ustasıdır, yemekleri de nefis ve lezizdir. Komi önüme soğuk su şişesi koyuyor, usta ve emektar garson onu hemen alıyor, normal sıcaklıkta bir su getiriyor. Garson dediğin böyle olmalı.

Yemeğimi yiyorum, şimdi güzel bir kahve içmeliyim. Nereye gitsem acaba?

Kahveden sonra biraz dolaşıyorum. Oralarda eski kitap satan bir dükkan veya bir antikacı-eskici olsa da gitsem. Bütçem pahalı şeyler almaya müsait değil ama yine de güzel bir kitap, ilginç bir eski eşya bulabilirim. Bu sıralarda aklıma nereden esti bilmiyorum; üzerleri yeşil sırlı eski orta boy çömlekler, testiler almak istiyorum. Geçenlerde Malatya’dan böyle iki toprak eşya aldım. Bin zahmet eve getirdim.Bunlar beni oyalıyor, memnun ve mutlu kılıyor. Kitap toplayacağıma eski geleneksel sanat eserleri satın alacağıma Köprü’de balık mı tutayım, Tophâne’de nargile mi içeyim?

Yürüyorum... Önümden iki çarşaflı genç kadın geçiyor. Kadın kıyafeti olarak çarşafı beğeniyorum, seviyorum. Lakin bugünkü çarşafların hepsi de estetik değil.

Aaa şu Bayan Gökkuşağa bakınız, ne kadar alaca bulaca giyinmiş. Başına hotozlu bir eşarp sarmış. Altın sarısı, pırıl pırıl parlıyor. Güneşte parlaklığı bir kat daha artıyor. Sanki herkese bana bakın bana bakın der gibi. Peygamber (Salat ve selam olsun O’na) “Saçlarını deve hörgücü gibi yapan kadınlar Cennet’in kokusunu alamayacaklar” buyurmuş. Bu kadıncağız bu hadîsi duymamış mı, niçin bürünmüş bu çarpıcı parlak kıyafete?

Yolda kadim bir dostumla karşılaşıyorum. Kenarda ayak üstü beş dakika sohbet ediyoruz. Bundan yıllarca önce 1960’larda onunla akşamları Beyazıt Marmara Kıraathânesi’nde buluşur, çay içer, sohbet ederdik. Marmara öyle sıradan bir kıraathâne değildi, bir tür akademi idi. Niçin kapandı, niçin ona benzer bir yer yok şimdi?

Civardaki lise boşalmış, öğrenciler sokaklara taşmış. 15-16 yaşındaki delikanlılar niçin gömleklerinin yakasını açmışlar, kravatlarını genişletmişler, pek laubali bir şekilde konuşuyor, gülüyorlar. Liseli gençlerin daha ciddî, daha vakarlı, daha efendi olmaları gerekmez mi?.. Zihnime 1947’deki eski bir hatıra geliyor. O tarihte 14 yaşındayım. Tarih dersindeyiz. Hocamız, eski vükelâdan (Osmanlı bakanlarından) Raşid Erer bey. Çok güzel ders anlatıyor. Birden dersin tam ortasında kürsüden kalkıyor, fötr şapkasını başına geçiriyor, şemsiyesini eline alıyor ve sınıfı terk etmeye hazırlanıyor. “Hocam ne oldu? Niçin gidiyorsunuz?..” diye soruyoruz. Duruyor, bize bakıyor ve “Ben buraya Galatasaray efendilerine ders vermeye geliyorum. Tulumbacılarla işim yoktur!..” cevabını veriyor...Meğerse arka sıralarda oturan taşralı bir çocuk yüksek sesle el parmaklarını çıtlatmış...

Civardaki bir hana giriyorum. Birkaç kat çıkıyorum. Oradaki sahaflardan birkaç eski kitap alıyorum. Eve dönünce güzel bir çay, yanında simit peynir. Benim lüksüm de bu. Çay Çin, Seylan, Hindistan, Kenya çayları karışımı bir harman olacak. Simitlerin tadı kalmadı. Onları ısıtıp yiyorum...

Kitap okurken dünyayı unutuyorum. Okumak beni teselli ediyor, mes’ud kılıyor. Bu bir dünya neş’esidir. Okunanlar faydalı, değerli olursa aynı zamanda âhiret neş’esi de olur. Ragıb İsfahanî’nin Tafsilü’n-Neş’eteyn adında güzel bir kitabı var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
M. Şevket Eygi Arşivi