Çarpanlar tıklasın sizi!

Çarpanlar tıklasın sizi!

Sivri dili, ters çıkışları, mangalda kül bırakmayan pervasızlığıyla dikkat çeken adamları manavda, otobüste, kaldırımda gördüğünüzde hayal kırıklığına uğrarsınız: Avurduna gazyağı doldurup da ateş püskürür gibi konuşanların kısm-ı âzâmı sair zamanlarda normal davranırken karşılarında kamera veya mikrofon görünce kırmızı görmüş boğa gibi başkalaşıveriyorlar.

İstidrat: Derler ki, boğalar kırmızıya karşı özel bir husûmet beslemezlermiş; bilakis inekler kırmızı görünce deliye dönerlermiş ve boğalar, aslında karşılarında kırmızı pelerin sallayan matadorlara, kendilerine inek muamelesi yapıldığı için saldırırlarmış.

O yüzden bu tezi ısrarla savunmaya devam ediyorum: Türkiye'nin tabii problemleri kendi başına anlamlı bir öbek teşkil eder; basınımız ise olup biteni aksettirirken tabiatını değiştirdiği için bizim dertlerimiz hep iki katlı görünür; yani Türkiye'nin en mühim meselelerinden biri de bizatihi basındır: İşsizlik, eğitimsizlik, düşük üretim, altyapı eksikliği ve basın. O bakımdan bizi bütün dertlerimizin yekununda bir de "gizli basın çarpanı" saklıdır; o çarpan faktörünü ustalıkla sıyırıp bir kenara koymaksızın gerçek boyutlarını bilemezsiniz.

Alınız meselâ kriz haberlerini, içindeki "basın çarpanı"nı bir kenara ayırınız, gerçek boyutunu o zaman göreceksiniz. Çifte standart kullanmak, riyakâr davranmak, sıradan olaylara ideolojik kılıf uydurmak, ecnebi meslektaşlarından farklı olarak bizim medyacı takımının geliştirdiği "millî haslet"lerdendir.

Bizim medyacılarımız problem yoksa eğer, icat etmeye memurdur; bazı gazetecilere (kurumlara değil, dikkat!) akreditasyon uygulaması getiren Başbakanlık'a, "Aa çok ayıp; basın hürriyetini kısıtlıyorsunuz" diye çıkışırken meselâ Genelkurmay'ın yıllardan beri bazı basın kuruluşlarına (şahıslara değil, dikkat!) sâbıkalı muamelesi yapmasını görmezden gelirler.

İstidrat: Bu riyâkarlığı köşesinde gayet usturuplu bir tarzda teşrih eden M. Nedim Hazar'ın dünkü yazısını okumadıysanız, hatırlatmak isterim.

Uzaktan bakan, bizim medyacı takımını pek hukukşinas, pek vicdanlı, pek adaletperest ve ahlâkçı zannedebilir, fakat vatandaş tarafından milyonlarca tıklandığı için duydukları iftihardan tüyleri diken diken olan bu bir kısım medyamızın internet sitelerinde yapılacak kısa bir gezinti, ahlâkçılığın -velev ki- hiçbir şubesiyle uzak veya yakın bir bulaşıklık illiyetinde olmadıklarını açıkça gösterecektir.

Bizim medyamız iyi silinmiş, tertemiz ve dürüst bir pencere çerçevesi değildir; yerine göre dürbün, yerine göre mikroskopa benzer ve üstelik bu görüntüleri bile fotoşoplamadan servise koymak âdetleri değildir.

Her sabah gazete keyfine ayırdığınız zamanlarda sizi, "biz çoktan batmışız, öyleyse niçin nefes alıyoruz?" şaşkınlığına düşüren mekanizmanın zihni arka planı işte böyledir. Bunlar ki çarşı-pazarda, sair yerlerde sıradan, hatta düpedüz zararsız insanlardır fakat medya ortamlarında metamorfoza uğrayıp başkalaşırlar; o yüzden ömürlerinin yarısını "şahsiyet yarılması"nın kırık ve çıkıklarının tedavisiyle geçirir, çoğu zaman da "mâlûl" giderler.

İstidrat*: Köye tayin edilen genç ve yakışıklı imam (yani Temel), köyün en güzel kızına (yani Fadime) âşık olur; Allah'ın emri, Peygamber'in kavli ile kızı usûlünce istetir ancak kız babasının gözü yükseklerdedir; "vermem de vermem, benim imama verilecek kızım yok" diye diklenir. Bunun üzerine genç imamımız çıkar minareye, açar mikrofonu, saatine bakar, öksürük akordu yaptıktan sonra köye hitaben şöyle seslenir:

-Sıradaki ikindi ezanı, benim gibi sevip de kavuşamayan bütün âşıklara geliyor!

İstidratın istidrâtı: Ne alâka demeyiniz; minarenin hoparlörü de kendi çapında bir medyadır.

*Bu fıkrayı Ukrayna'dan yollayan dostum Hasret Uygun'a ayrıca teşekkür ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi