Osmanlı’da çocuk terbiyesi (2)
Osmanlı toplumunda gözlemlediği iyilikleri, özellikle de aile-çocuk ilişkilerini övüp kendi toplumuna bu konularda Osmanlıları örnek gösterdikten sonra, olumlu davranışların temeline inen Fransız yazar Dr. Brayer’in şu tespitiyle dünkü yazımızı noktalamıştık:
“Dinin mânen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun kendilerine çizmiş olduğu daire dahilinde hareket ediyorlar...”
Kimi aydınlarımızın bir türlü gelmek istemediği bu noktaya bir yabancı gezginin üstelik 18. asırda gelmiş olması ilginç ve düşündürücüdür.
Brayer, Osmanlı toplumunu yücelten esrarı keşfetmiş ve çekinmeden kitabına geçirmiştir. Şöyle devam ediyor:
“O su bentlerini, yol boylarıyla gezinti yerlerinde rastlanan sayısız çeşmelerle sebilleri, yolcuları barındırıp dinlendirmek ve yiyeceklerini temin etmek için yapılan o hamamlı, çok odalı ve etrafları sıra sıra dükkânlı hanları kuran da o ruhtur...”
“Hangi ruh” sorusuna, Dr. Brayer şu cevabı veriyor:
“Kur’ân’ın mü'minleri teshir eden (adeta esir alan) ruhu!..”
Dr. Brayer, Osmanlı'nın ruhu çalınmış torunlarını görse acaba şimdi neler söylerdi?
Brayer, eski aile hayatımıza da bakıyor:
“Birtakım menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettiği ticarî muamele gaileleri (çalışan kadın sendromu), hasılı başka memleketlerin her şeyleri, kadınların çocuklarına karşı şefkatlerini azalttığı halde; Osmanlı'nın aile hayatı, bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.”
Şerhe, izaha, yoruma gerek var mı?..
İşin özü ve özeti şu ki, Osmanlı ailesi çocuk yetiştirmek üzere kurumlaşmıştı...
Çünkü bir topluma verilebilecek en mükemmel armağan “iyi” bir çocuktur.
Ceddimiz dengelerini buna göre oturtmuş, buna göre kendini geliştirmiş, aileyi ve eğitim kurumlarını buna göre oluşturmuştu.
Şimdiki Avrupaî aile yapımızda ise anne de çalışıyor, baba da. Nineler ve dedeler zaten aile dışına çıkarılmış. Bu durumda çocuklar ya sokağa emanet, ya da (daha iyi bir ihtimalle) kreşlere...
Dr. Brayer, Osmanlı aile hayatına temas ederken, bilhassa yetişkin çocukların anne-babaları ile birlikte oturmaktan derin bir haz duyduklarını belirterek diyor ki:
“Çocuklar yetişip adam oldukları zaman, (Osmanlı toplumunda) analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde...”
Ve, geçiyor kendi toplumunu (âdeta şimdiki yapımızı) tenkide:
“Başka memleketlerde çok defa çocuklar, olgunluk çağına girer girmez (ekonomik özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz) analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe tartışmakta, hatta bazan kendileri refah içinde yaşadıkları halde anne-babalarını sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta, zavallılara karşı âdeta yabancılaşmaktadırlar...”
Biz de Avrupalılaştık ya, şimdi aynı durumdayız... Aynı sıkıntıları, aynı hasreti çekiyoruz... İşin tuhafı Avrupa aile kurumunu bozmanın faturasına toplumun dayanamadığını görmüş ve aile kurumunu sağlamlaştırma arayışlarına yönelmiştir...
Biz ise eloğlunun döndüğü yolda doludizgin ilerliyoruz.
A. Ubicini yazıyor:
“...Çocuklarını bundan daha fazla sevgi, özen ve şefkat içinde yaşatan bir memleket bilmiyorum. İşin garibi, bütün bu şefkatle ihtimamın annelerden çok babalarda derinleşmiş olmasıdır. Cuma günleri (Cuma Osmanlı’da tatil günüdür) veya bir bayram günü, Osmanlı Türkü’nün, çocuğunun elinden tutup sokakta gezdirmesi, adımlarını çocuğun adımlarına göre ayarlaması, çocuğun yorulduğunu görünce omzuna alması veya bir aralık dinlendiği kahve peykesinde yanına oturtup en derin şefkatle konuşarak çocuğun bütün hareketlerini dikkatle takip etmesi görülecek şeydir.”
Bundan da anlaşılacağı gibi, Osmanlılar, hayatın tümünü çocuklarıyla paylaşırlardı. Şimdi ancak zaman kırıntılarını paylaşabiliyoruz.
Ne yapmamız gerektiğini yine bir yabancı, Avusturya Başvekili Prens Metternih, hemen hemen aynı tarihlerde, Tanzimat dönemi (1840’lı yıllar) yöneticilerine yazdığı mektupta söylüyor:
“Avrupa medeniyetinden sizin kanun ve nizamlarınıza âdet ve maişet tarzınıza uymayan kanunları alıp iktibas etmeyiniz. Zira Garp kanunları, hükûmetinizin temelini teşkil eden kanunların dayanağı bulunan usul ve kaidelere asla benzemeyen kaideler üzerine kurulmuştur. Garp medeniyetine esas olan şey, Hıristiyan kanunlarıdır... Siz Türk kalınız. Lâkin mademki Türk kalacaksınız, İslâmiyete yapışınız...”
Başka söze ne hacet?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.