"Uzun sürmüş bir akşam"
Uzun sürmüş bir hazan mevsimi gibi. Hüzün verici. Yorucu. Başlık, Bilim ve Sanat Vakfı'nın hafta sonu düzenlediği sempozyuma ait. Ölümünün 50. yıldönümünde Yahya Kemal Beyatlı bu başlıkla anıldı.
Konuşmacıların içini doldurmakta zorlandıkları tebliğ başlıkları gibi, bu başlık da Ümit Aksoy'a ait. Benim bulunduğum oturumun başlıkları bu estetiği göstermek için yeterli. Üç siyaset bilimcinin tebliğleri: Bekir Berat Özipek "Osmanlı'nın şarkısı, Cumhuriyet'in Türküsü: Türk mukaddesatçılığının yorgun savaşçısı"; Nazım İrem "Eve dönmek ama hangi yolla: Yahya Kemâl'de kendiliğin kurulum mekânı olarak vatan"; Murat Yılmaz "Malazgirt'ten Medeniyete: Yahya Kemal'in politik grameri"
Yahya Kemal, Türkiye'de sosyal bir varlığa dönüşme yolunda bir köşe başında mutlaka karşımıza çıkan kılavuzlardan biri. Onun sanatı sadece sanattan ibaret değil. Geçmişle gelecek arasında sağlam bir köprü. Yarısı geçmişten, yarısı gelecekten imal edilmiş bir geçiş noktası. Osmanlı'nın enkazı arasından doğrulan ve pusulasını kaybeden bir nesil, şiddetli savrulmalardan kazasız belasız sıyrıldı ise, onun dikkatle bir araya getirdiği ve bir senteze dönüştürdüğü bu köprüye çok şey borçluyuz. Sadece bir örnek. Türkiye "Medeniyetler İttifakı" projesinin taraflarından biri. Başbakan İspanya'ya bizim medeniyet ufkumuzu, Yahya Kemâl'in "Endülüs'te Raks" şiiriyle taşıyor.
"Uzun sürmüş bir akşam" 19. yüzyıl başlarına kadar geri gidiyor. Kitleler tarihin yapıcı aktörü olarak sahnede yerini alıyor. Çok milletli imparatorlukların ömrü sona eriyor. Her millet kendi kaderinin efendisi olmak istiyor. Fransız İhtilali sonrası "kendi kaderini tayin hakkı" devrimci bir prensip olarak dünyaya yeni bir biçim vermeye başlıyor.
Halklar tarih sahnesine rehbersiz çıkamaz. Kitleler soğuk teorilerle önlerini aydınlatamaz. Bir arada yaşamaya yeni bir anlam yüklemek, üzerinde yaşanan coğrafyayı "vatan" olarak kutsamak ve egemen gücü meşrulaştırmak gerekir. Üstelik bütün bu işlerin duyguları işleyerek, kalbin derinlerinde hissedilerek yapılması şarttır. Politika bir yandan kitleselleşirken, bir yandan da estetik bir boyut kazanmaya başlar. Bu, sanatın kitleselleşmesi demektir. Zürefânın kendi arasında tedavül eden sanat birdenbire ölümlülerin dünyasına inmiştir.
Türkiye'de muhafazakârlığın siyasî teorisinin var olup olmadığı tartışma götürür. Ama edebiyat muhafazakârlığı kucaklamış ve kalıcı refleksleriyle zengin bir birikime konu yapmıştır. Yahya Kemâl'in şiirleri değerli olanları muhafaza etmek içindir. Bugün soysuz ve köksüz bir toplum olmanın ne kadar ötesinde isek edebiyatla muhafaza edilen bu değerli hazinelerin yüzü suyu hürmetinedir.
Şiir, dile hakim olmanın, dili etkili bir şekilde kullanmanın vazgeçilmezidir. Ezberinde birkaç şiir olmayan biri nesir yazamaz. Dili güçlü bir ifade aracına dönüştüren, ezberdeki şiirlerin zihinde bıraktığı musikîdir. Düşünceye bazen çekidüzen veren, bazen de kanatlandıran şiirdir.
Yahya Kemâl, kaybettiklerimizi, daha doğrusu kaybettiğimizi sandıklarımızı iğneyle kuyu kazar gibi ördüğü şiirleriyle bize nakletti. Neleri mi? Bir tarihi masa başında icat edebileceklerini zannedenlerin uydurduğu 5 bin yıllık Türk tarihi tezine karşı, bugün inandırıcılığı olan, 1071 ve Fetihle sembolize edilecek tarih bilincimiz büyük ölçüde onun eseri. Bu sembolleri eleştirenlere "5 bin yıl felaketi"ni hatırlatmak lâzım.
Belki de en önemlisi, Kemal Tahir'in tabiriyle "yoksul düşmüş soylular"a insanî olanları hatırlatması. Türkiye sarsıcı bir şekilde değişirken, kendisi olurken daha medenî, daha zarif ve daha vicdanlı olurken güzel olanları muhafaza eden bu estetikle kişilik kazandı. Yahya Kemal'in şiirinin muhafaza ettikleriyle.
Bugün Türkiye'nin en güçlü siyasî damarı olan muhafazakârlığa, bu estetik boyut olmadan nüfuz etmek ve geliştirmek mümkün değil.