Adli hata çoğaldıkça, feryat çoğalır
Bir toplumu ayakta tutan en mühim unsur adalettir. Hz. Peygamber (s.a.v), "Ben âdil bir hükümdar zamanında dünyaya geldim" buyuruyor. Bakıyoruz bu adil hükümdar, Mecusilerin Nûşirevan adlı hükümdarıymış. Hem de âdilmiş. Adalet, Hakk'dan yana olmakla tahakkuk eder. Allah'ın (c.c.) adaleti Mahkeme-i Kübra'da tecelli edecektir. Mahkeme-i Zürra, yâni beşerin mahkemesi, adalet tevziinde ne kadar isabet ederse, o kadar yücelir. Ancak adli hatadan da masun değildir. Adli hataların vukuu bulmasında, yalancı şahidlik, delil değerlendirmelerinde hâta, zanla ceza yerine, zanla ceza verilmez prensibine bağlı olmamak, ilk tahkikat safhasında aşırı zorlama sonunda elde edilen zoraki itiraf ve de şahsın fizyonomi bozukluğu gibi haller büyük rol oynar. Bu bakımdan bir millet ister diktatörlük, ister Cumhuriyet, ister krallık, triyumvira neyle idare edilirse edilsin, zaman zaman af kanunları çıkarmaya başvurarak, adli hataların sebep olduğu mazlumlar üzerindeki maddi ve mânevi işkenceyi kaldırma imkânı arar. Elbette suçların ziyadeleşmesinde ahlâk-ı hâmidenin aşınması yanında, iktisadi bozukluğun, işsizliğin, komşusu açken tok yatan bizden değildir hadisini duymayan, bilip de gereğini yapmayanların ihmâlkârlığının, işçisinin hakkını alnının teri kurumadan vermeyenlerin dahli olduğu gibi, kıskançlığın getirdiği hakkedişinden yüksek yaşama seviyesini yakalamak seviyesizliğinin rolü çoktur. Gazetelerde yer alan haberlere göre demir parmaklıklar arkasında olan vatandaş sayısı yüz bini aşmış. Ancak, bu insanlar elbette suç işlediler diye, mahkûm edildiler diye insan oldukları asla unutulamaz. Medeni ihtiyaçları, evladını cezalandıran bir baba şefkatinden aşağıda olmamalıdır ve karşılanmalıdır. Yoksa 60 cm.'lik yatakta 2-3 kişi yatırmak suretiyle, tuvalet ihtiyacını bütün gece koğuşa konulan bir boş tenekeye yaptırmak suretiyle karşılamak, hapishane infazcılığı dönemine ait olmaması gereken, zindancılık zamanından kalmadır. Umarız ki; böyle bir hâlde olan infaz kurumumuz yoktur. İmralı'ya koydukları bölücü başı yüzünden binlerce mahkûmu açık cezaevi hakkından mahrum etmek neticesi vermiştir. Halbuki o açık cezaevinde çalışan mahkûm, daha sağlıklı tahliye olurken, kurumdan tahliye olurken aldığı birkaç kuruş ile nisbeten beyaz sayfayı daha kolay açıyordu. Bu kadar senedir kaç bin mahkûm İmralı'dan ve o kurumun sunduğu imkânlardan mahrum kaldı. Ben, affın kendini duyurduğunu hissediyorum. Yüz bin rakamını bulmuş olmak, bunun habercisidir. İnşaallah sağduyu patlama olmadan harekâta geçer.
İKİ YAZI - İKİ BİLGİ
Çok kıymetli ve hakikatleri dank ettirici yazıların sahibi Ayhan Bilgin Beyefendi'nin Pazar günkü "Ben de özür diliyorum" başlıklı yazısında, 1915 tehciri meselesi hasebiyle Ermenilerden özür dileyenlere târihi gerçekleri hatırlatırken, öncelikle 1659 senesine kadar inmeleri gerekir diyen Sayın Bilgin, verdiği bu târihle Rus Çarı Aleksiye hediye olarak verdikleri Altun Tahtı hatırlatıyor ve bu hediyeyi verenleri, biz bağımsızlığı Rusya'nın sâyesinde alırız diye hayâl kuranlara bakmalarını daha sonra da, 1774'de Osep Argotyan adlı bir Ermeni piskoposun "Ararat Krallığı Projesi"ni dile getirip, 2. Katerina'nın bu projeye ne kadar sıcak baktığını da derhatır ettirdi Ayhan Bey. “1826'da başlayan İran-Rus savaşı, Moskof'un galibiyetiyle sonuçlanınca, 1828'de ancak İran-Rusya sulhü imzalandı. Burada Ruslar, İran'dan aldıkları topraklara 8 bin nüfustan ziyade, Ermeni'yi yerleştirdi. Bunlar yâni Ruslar, 1828 sonunda Doğu Anadolu'ya saldırırken, burada yaşamakta olan Ermeni halkın yardımıyla Kars, Ahıska, Doğu Bayezıd, Erzurum gibi mühim yerleri ele geçirip çok büyük katliamlar yaptılar” diyen Ayhan Beyefendi, 14 Eylül 1829'da gerçekleşen Edirne Antlaşması'ndan hemen sonra, bu antlaşmaya sebep olan katliamın bir ayağı Rusya ise, diğer ayağın Ermeniler olduğunu gören göz, bunların yüz binini, Erivan, Ahırkelek, Ahıska'ya sürerek ilk tehciri gerçekleştirdi, ilâ ahir .. demek suretiyle özür dilenecek olacaksa, bu 36 tane yerleşim merkezi ve bunlara bağlı yüzlerce köyde oturanlardan özür dilenmeli demek suretiyle, Soros paralarıyla buluşmayı böyle özürlerle temin eden omurgasızlara dersini veriyor Sayın Bilgin. Diğer yazı ise, Muhterem Adnan Tanrıverdi Paşamın "Yeni GNH (Gayri Nizami Harp) Konsepti'nin ülke savunmasına kazandırdıkları" başlıklı yazısıdır. Adnan Tanrıverdi Paşa'nın gazetemizde yazılarının neşri, hepimizi onurlandırmıştır. Bilhassa bu yazı bana, İzmit Mebusu eski Maarif Nâzırı Şükrü Bey'in, sahibi ve kurucusu olduğu Zaman gazetesinde 1916'larda girdiğimiz bu harbi kaybedersek ne yapılabilir düşüncesi üzerine bir hazırlık yaptık. Ülkenin çeşitli yerlerine cephane, silah ve melbusat için idhar (toplama) depoları hazırladık ve üçüncü derecedeki komutanlara şifre ve plânları ulaştırdık der, tarafımca Osmanlıca'dan sadeleştirilip, Pınar Yayınları'nda neşredilmiş bulunan "Türk İnkılabının İçyüzü" adlı çalışmamda. İşte Gayri Nizami Harp Teşkilâtı hâlihazırda 12 olan başkanlık sayısı, 2010'da 24'e çıkarılması kararlaştırıldı, diyen Adnan Paşa'nın bu genişletme plânı, olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmelidir demesi ve getireceği faydaları dört maddede sıralamasını aşağıya alıyorum:
A) İyi organize olmuş GNH teşkilâtı, düzenli silahlı kuvvetlerimizle birlikte, mütecaviz için oldukça önemli caydırıcı bir etki yapacaktır.
B) Harp silah ve araçları bakımından dışa bağımlılığın meydana getirdiği güvenlik zaafiyeti asgariye indirilecektir.
C) T.C. hükümetlerinin daha bağımsız iç ve dış politikalar tâkip etmesine ve milli menfaatlerin daha etkin korunmasına imkân verecektir.
D) En önemlisi de, ülkenin işgâli mümkün olsa da, milletin mağlubiyeti mümkün olmayacak ve işgal ettiği bölgelerde topyekûn mukavemet ile düşmana topraklarımız dar edilecek ve kurtuluşa kadar mücadele devam ettirilebilecektir.(..) Aslında, yurt savunması için fevkalâde lüzumlu bir organizasyon olan Gayri Nizamı Harp Teşkilâtı, Genelkurmay Başkanlığı’nın emir ve kontrolündedir. Darbeler yapıyor diye Silahlı Kuvvetlerin tasfiyesini istemek ne kadar yanlış ise, GNH Teşkilâtı’nın tasfiyesini istemek de o kadar yanlıştır.
Muhterem okurlarımız; geçtiğimiz Pazar'ı, Pazartesiye bağlayan gece Şebî Yeldâ diye adlandırılan dört gecenin ilkiydi, sizin bu yazıyı okuduğunuzun gecesi de dördüncü, yâni son gecesi olacaktır. Şark edebiyatında Şeb-i Yeldâ, yılın en uzun dört gecesidir diye anılır. Türk sanat mûsıkîsinde ilki Merhum Bestesi Ûdi Şerif İçli'ye, güftesi ise Mesut Kaçaralp'e aid olan Bayati makamındaki bu ağır aksak eserin sözlerini aşağıya alarak sayfamızı süsledim.
“Bülbül-i şeyda ya döndüm, dehr-i görmez gözlerim,
Aşıkım leyla mı gurbet elde her dem özlerim.
Fecri yok, mehtabı sonsuz şeb-i yeldadayım
Lütfet artık afitabım ben cemalin gözlerim.”
Fiemanillah...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.