Muharrem ve Hicret
Sessiz sedasız ve şamatasız hicri yıl değişti…
Hicret, 29 Aralık 2008’de 1430’uncu yaşına girdi…
Hicri Takvime göre, Muharrem ayındayız…
Muharrem ayının başından itibaren dindar Alevilerle Şiiler on iki gün oruç tutarlar. Muharrem ayı, Aleviler ve Şiiler tarafından “Yas-ı Matem” ayı olarak kabul edilir.
Muharrem orucu, Peygamber Efendimiz’in mübarek torunu Hz. Hüseyin’in Kerbela’da hunharca şehit edilmesinin anısına tutulur. Ama bizim ramazan orucuna benzemez.
Sadece et ve et mamulleri yemezler, su içmezler, ama aç ve susuz da kalmazlar: Su ihtiyaçlarını oruç sırasında tercih ettikleri sulu yemeklerden karşılarlar.
Alevi orucunda sahur yoktur.
Güneşin batmasından kısa bir süre sonra iftar edilir.
On iki gün süren oruç boyunca ziyafet sofralarından, gösteri ve gösterişten uzak dururlar…
On üçüncü gün aşure pişirip dağıtırlar, kurban keserler.
•
Alevi orucunda ilk kez bu sene bir farklılık var: Alevi örgütleri TRT’den “Muharrem orucu”nu dikkate almasını ve bu konuda eğitici yayınlar yapmasını istemiş, TRT de bu makul isteği kabul etmiştir.
Bence çok da isabetli olmuştur. Devlet televizyonunun vatandaşların dini eğilimlerini dikkate alması kadar doğal bir şey olamaz. Hatta Hıristiyan ve Musevi cemaatlerin kutsal günleri dahi dikkate alınmalı, papazlar ve hahamlar kutsal günlerinde TRT ekranlarına çıkarılmalıdır…
Bunda bir mahzur olduğunu sanmıyorum.
Asıl mesele, aynı müsamahayı bekleyen Sünni Müslümanların kâh başörtüsü, kâh imam-hatip liseleri gibi konular bahanesiyle bazen sivil, bazen resmi kurum ve kuruluşların saldırılarına maruz kalmasının önüne nasıl geçileceği, Alevi Müslümanlara, Hıristiyanlara, Musevilere ve sair gruplara gösterilen “müsamaha”nın Sünni Müslümanlara ne zaman gösterileceği meselesidir.
Aleviler Diyanet İşleri Başkanlığı’nın temsil ettiği “Resmi Müslüman”lığı esas alarak o bağlamda devletten cemevlerinin ibadethane olarak tanınması, su ve elektrik parasının devletçe ödenmesi, “dedelere maaş” (imam olarak atanabilmek için, devletin bazı okullarını bitirmiş olmak şartı arandığına göre, dedelerde de böyle şartlar aranacak mıdır?) bağlanması gibi “imkân”lar isteyip aydınlardan destek görürken, Sünni Müslümanların inanç temeline dayalı pek çok konuda “mağdur” olduklarını kimse görmek istemiyor.
Hemen belirtelim ki, devletin öngördüğü “Müslümanlık”la Sünni Müslümanların önemsediği “Bireysel Müslümanlık” arasında dağlar var.
Aslına bakarsanız Diyanet Teşkilâtı’nın kendisi de bir bakıma “devlet mağduru” sayılabilir!
Çünkü anayasaya göre laik, (bir nevi dinsiz) olması gereken devlet, kendine bir “din” uydurmuş, bir anayasal kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dahi onaylamadığı bu din anlayışını hem Diyanet’e, hem de herkese dayatmaya başlamıştır.
“Devletin dini”nde “tesettür” yoktur!..
“Dini hayat” yoktur…
Bireyi “dindar” olarak yetiştirmeye yönelik eğitim kurumları (İmam hatip liseleri) engellenmiştir…
Böyle bir ortamda vatandaşın kendi kişisel din anlayışını oluşturup özgürce yaşaması imkânsızdır.
Sünniler, özellikle de Sünni kadınlar engellenmekte, öncelikle üniversite eğitimi yasaklanmakta, üniversiteyi her nasılsa bitirmiş doktorlar, mühendisler, öğretmenler, avukatlar, hâkimler, vesaireler “kamusal alan”dan hışımla dışlanıp âdeta diri diri mezara gömülmektedirler.
Ayrıca Sünniler Alevilerin “temsil hakkı”nı savunurken, Alevi derneklerinin resmi irade ile el ele yasakçılıktan yana tavır takınmalarını anlamak da zor olsa gerektir.
Konu “inanç özgürlüğü” olduğuna göre, tüm inananların özgürlüğünü savunmalı değil miyiz?
Bendeniz Alevilerin inanç özgürlüğünü savunuyorum…
İstedikleri yerde (camide yahut cemevinde), istedikleri gibi “ibadet” etme haklarını, istedikleri kıyafette gezme özgürlüklerini, inançlarını diledikleri gibi propaganda etmelerini savunuyorum...
Hadi Alevi oluşumlar da benim inanç ve ibadet özgürlüğümü, ibadet özgürlüğüme bunlara bağlı olarak yaptığım kıyafet tercihimi, bu arada da örtünme hakkımı savunsunlar…
En azından yasakçı zihniyetle işbirliği yapmasınlar.
Bilirsiniz, tek taraflı müsamaha olmaz!
•
29 Aralık 2008 günü, yüzyıllar boyu bu topraklarda kullanılan Hicri Takvim esasına göre yılbaşıydı.
Sessiz sedasız, kavgasız, nizasız 1429 bitmiş, 1430 başlamıştı.
Yılbaşı gecesi her şey son derece sakin ve duru idi…
“Eğlenmek” adına kimse kimseyi incitmedi, kimse kimsenin yüreğine basmadı, sarhoş kavgalarının mağduru yaralılar hastanelerin âcil servislerini doldurmadı, polis ve jandarma “alârm” durumuna geçmedi, polis arabaları sarhoşları evlerine taşımak zorunda kalmadı, cadde ve sokaklar sarhoş çığlıklarıyla çınlamadı…
Hicri yılbaşı ile Milâdi yılbaşının arasındaki farkı gördünüz mü?
Hicri yılbaşında, her Milâdi yılbaşı gecesi kopan kızılca kıyametten eser yoktu, bu Şehr-i İstanbul’da!..
Her yer sakindi. Ümmet, Peygamber-i Âlişan’dan miras alınan derin bir sükûnet ve ağırbaşlılıkla girdi yeni yılına.
Yüreğinden kutladı büyük vuslatı (hicret kavuşmadır).
Ne sarhoş çığlığı duyuldu etrafta, ne silah sesleri yırttı gecenin karanlığını, ne tacize uğrayan kadın görüntüleri bizi insanlığımızdan utandırdı.
Tam bir sükûnet manzarası hâkimdi Türkiye’ye…
Bu farkı artık fark edin lütfen!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.