Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Dinî ve millî kültürümüz açısından komşuluk

Dinî ve millî kültürümüz açısından komşuluk

Hayatı, Batı telâkkisine uygun biçimde bir “kavga” (Hayat mücadeledir felsefesi) olarak görme eğilimimiz ruhsal ve toplumsal temellerimizi dinamitliyor.
Bu çerçevede yıllardır hem kendi kendimizle kavgalıyız, hem de komşularımızla... “Altta kalanın canı çıksın” anlayışı şuuraltımızda kol geziyor. Tüm insan ilişkilerimize menfaat hesabı hâkim.
Aslında hayatı kavgaya dönüştürüp çekilmezleştiren ihtiraslarımız ve açgözlülüğümüzdür.
İnsan, ihtirasları yerine şefkatiyle hayata yaklaşsa, hayatın bir mücadele değil, “muavenet”, yani “yardımlaşma” olduğunu görebilecektir. Yani kimi zaman “çağdaşlık”, kimi zaman “modernite” adına dayatılan hayat anlayışı, hayatımızı savaş alanına çevirdi. Tüm dünyamızı “menfaat” hesapları kapladı... Menfaat hesabı önce sevgiyi, sonra da komşuluğu öldürdü! Yalnızlaştık.

Hayat kitabımız Kur’an komşuluğa işaret ediyor: “Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve maliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin....” (Nisa Suresi, 36).
Peygamber Efendimiz, “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir”, hatta, “Cebrail durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye ederdi; bundan dolayı, komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim” diyerek komşuluğun altını defalarca çiziyor.
Ve komşularına karşı sorumluluklarını öğrenmek isteyen bir sahabesine şöyle tavsiyelerde bulunuyor: “Hastalanırsa ziyaretine gidersin, vefat ederse cenazesini kaldırırsın, senden borç isterse borç verirsin, darda kalırsa yardım edersin, başına bir felaket gelirse teselli edersin, pişirdiğinden verirsin. Evinin damını komşununkinden yüksek tutma ki, rüzgârını kesmeyesin.”
Bir bu hassasiyete bakın, bir de şimdiki halimize!

Sözlüklere göre, “Aynı binada yahut yakın çevrede oturan kişilere ‘komşu’ denir.”
Hz. Ali Efendimiz “komşuluk” kavramını bundan çok daha geniş bir perspektifte düşünüyor ve “birbirlerinin sesini işitenlerin” de “komşu” olduklarını söylüyor.
Kısacası, dini ve millî kültürümüzde “komşuluk” alabildiğine derin ve geniş bir kavramdır.
Millî kültürümüzde komşu, “elinden, dilinden ve şerrinden emin olunan”dır.
Sadece iyilik beklenen, kötülük etme ihtimali olmayandır.

Osmanlı asırlarında dini hükümler ve dini hükümler zemininde yeşermiş gelenekler belirleyiciydi...
Bu yüzden komşuluk ilişkilerine hassasiyet gösterilir, bu hassasiyet hem günlük hayata yansır, hem de sözle ifade edilirdi. O sözlerden bazıları şöyle:
• Komşu ekmeği komşuya borçtur...
• Komşu hakkı, Tanrı hakkı...
• Komşu iti komşuya ürümez. (havlamaz)...
• Komşu kızı almak, kalaylı kaptan su içmek gibidir.
• Komşuda pişer, bize de düşer.
• Komşunu iki inekli iste ki kendin bir inekli olasın.
Eskiden komşu komşuyu sever ve sayardı... Komşu, akrabadan daha yakın tutulur, “iyi komşu”lar, “sırdaş” muamelesi görürdü... Komşu komşuyu gözetir, komşular ve çocukları “aileden” sayılırdı. Komşular, sırlarının açık edilmeyeceğini bilmenin rahatlığı içinde dertleşir, yüreklerinin en gizli kapılarını açar, pasta ve çay eşliğinde uzayan sohbetler bir nevi “terapi” yerine geçerdi. (Bu yüzden toplumda vahim boyutlara varan bir depresyon illeti olmazdı).
Sonra, Mehmed Âkif’in deyişiyle, “ailî bir inkılâp” oldu ve yürek bağlarımız koptu. Pek çok özelliğimizle birlikte komşuluk ilişkilerimiz de savruldu gitti. Sonunda, yine Âkif’in dediği gibi, hepimiz “me’yus” (sözlüğe bakın lütfen) olduk!
Her birimiz uzun zamandır kendi yalnızlığımızla başbaşayız! Zaman oluyor biz bize yetemiyoruz. Dertleşebilecek güvenilir insanlar arıyoruz. Gözlerimiz komşularımızda dolaşıyor. Fakat mutmain (yine sözlük) olamıyoruz. Geriye tek ihtimal kalıyor: Bir psikiatr, yahut psikologa başvurmak... Eski komşuların yerini git gide psikiatrlarla psikologlar alıyor ve git gide komşuluğu daha fazla özlüyoruz.
Hatırlıyorum: Çocukluğumun geçtiği bölgede (Doğu Karadeniz) bugünle karşılaştırılamayacak kadar sağlam komşuluk ilişkileri vardı. Gelinler kaynanalarından, kaynanalar gelinlerinden yakınmak için anneme gelir, rahmetli anacığım da lisan-ı münasiple tarafları teskin edip gönderirdi. Bu tür “terapi seansları”nın ne çok işe yaradığını çok sonra fark ettim.
Ayrıca aileler kendi başlarına üstesinden gelemedikleri tüm işleri “imece” usulüyle topluca hallederlerdi. Kısacası mahallede herkes birbirine yardım ederdi. Bugün aynı bölgede, muhtemelen şehir hayatıyla sık ilgi bağı kurmanın ve tüm tortuları bölgeye taşımanın etkisiyle, büyük şehir ölçüsünde olmasa bile, kendi çapında yoğun bir yalnızlık hüküm sürüyor.
Yani “komşuluk aşınması” yalnızca büyük şehirlerimize has değil, kasaba ve köylerimiz için de belirli oranlarda geçerli. Ancak, büyük şehirlerde insanın yalnızlığı daha yoğun, daha yıpratıcı... İlişkiler komşunun komşuyu rahatlatmasından çok rahatsız edici boyutlarda kuruluyor.
Ya gürültü yapan komşuyu uyarmak için ya da apartman toplantılarında bağırıp çağırmak için komşularımızla görüşüyoruz. Bu da apartman hayatına bir türlü alışamayan, hattâ belki apartman hayatına direnen kırsallığımızın kalıntısı.
Yine de her şey dinin gelenekselleşmiş unsurlarını gözardı etmekten kaynaklanıyor gibime geliyor...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi