Müslüman hâkimiyeti Kudüs’e barış ve hoşgörü getirdi
Filistin tarihine biraz derin bakan her vicdan sahibinin gördüğü manzara aynıdır: Hıristiyan, ya da Yahudi hâkimiyeti bölgeye kan ve gözyaşı getirirken, Müslüman fethi başta Kudüs olmak üzere tüm Filistin’e hoşgörü ve barış getirmiştir.
Birbirlerinin kutsal değerlerine saygı göstermeyen, birbirlerini sırf farklı inançlara sahip oldukları için horlayan, aşağılayan, hattâ katleden gruplara, İslâm’ın âdil, barışçı, hoşgörülü mantığı hakim olmuş, bu bağlamda da “kurtla kuzu” yürümüştür.
Bu duruşunun kaynağı, daha önce de yazdığım gibi, “Devr-i Saadet zinciri”dir.
O zincirin ilk halkalarından Hazret-i Ömer, meşhur komutanlarından Ebu Ubeyde bin el-Cerrah önderliğinde Kudüs’ü fethettiğinde, “Ey Ilyalilar!.. Lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...” cümlesiyle başlayan bir konuşma yaparak insanlar ve inançlar arasında “ötekileştirme” yapmayacağını ifade etmiştir.
Nitekim Hz. Ömer’in gelmesiyle Filistin’e barış ve huzur geldi. Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Museviler barış ve huzur içinde yaşadılar. Ancak Papa İkinci Urban’ın “Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak” için yaptığı çağrı ile güzel günler sona ermiş oldu.
Haçlılar, Kudüs’te, tarihte eşine az rastlanan bir vahşet ve dehşet tablosu sergilediler. İki gün içinde 40 bin Müslüman katlettiler. Katliamdan Museviler de nasibini aldı. (Şimdi ise Yahudiler Gazze’de Müslümanları katlediyor)
Raymund of Aguiles isimli bir Haçlı askeri şöyle övünüyor: “Süleyman Tapınağı’nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu.”
Müslümanları ve Musevileri temizledikten sonra, Filistin’den Antakya’ya kadar uzanan topraklar üzerine bir Latin Krallığı kurup Kudüs’ü de başkent yaptılar. Ancak ömürleri fazla uzun olmadı. Tarih sahnesine bu kez, Mehmed Âkif’in “Şark’ın en sevgili sultanı” olarak selâmladığı Selâhaddin Eyyûbi çıktı. (M.S. 1174).
Selâhaddin bu davaya kendini adamış, Hz. Ömer’in emanetini Tapınak Şövalyeleri’nden kurtarmaya and içmişti. Ortadoğu’daki Müslüman emirlikleri bu amaç etrafında (İttihad-ı İslâm için şimdi de bir “amaç” lâzım) birleştiren Selâhaddin Eyyûbî, 1187’deki Hıttin Savaşı’nda tüm Haçlı Ordusu’nu bozguna uğratarak Hz. Ömer mirasını geri aldı. Kudüs’e tekrar sükûnet ve adalet geldi…
Şehrin yeni hâkimi, Hz. Ömer’in vaktiyle yayınladığı “Amanname”yi teyit ettikten sonra, isteyenin özgürce şehri terk edebileceğini, dileyenin ise gelip yerleşebileceğini duyurdu. Bu o zamana kadar görülmemiş bir şeydi. Müslüman fatihler kendi yönetim biçimlerinin, her inançtan ve milliyetten insanların yaradılış hikmetine uygunluğuna öylesine güveniyorlardı…
Baskı, şiddet ve yasaklamanın kaynağı korku, özgürlüğün kaynağı ise özgüvendi. Bu gerçeği çok iyi biliyorlardı. Bu yüzdendir ki, İngiltere Kralı meşhur Aslan Yürekli Richard, onunla çarpıştığı günlerde, kendisinde gördüğü insânî hallerden dolayı huzurunda saygı ile eğilmiştir.
Kendisinden yedi asır sonra gelen Alman İmparatoru II. Wilhem de, Selâhaddin Eyyûbî’nin 1898’de türbesini ziyâret ederek hayranlığını dile getirmiştir.
Selâhaddin Eyyûbi’den sonra bölge tekrar “Tapınak Şövalyeleri”nin eline geçti. Kan ve gözyaşı geri döndü. Durum Yavuz’un “Mısır Sefer-i Hümâyunu”na kadar sürdü.
02 Ocak 1517’de Mısır’ı fetheden Yavuz Sultan Selim Gazze’ye girdi. Ama bu “giriş”, her türlü gösteri ve gösterişten uzaktı. Yavuz Padişah’la yanındakiler anlamlı bir “mahçubiyet” içinde at sürüyorlardı. Her adımlarında Allah’a şükür vardı: “Biz kendi sınırlı gücümüzle ve irademizle böylesine muazzam bir fethi olduramazdık, Allah oldurdu” demek ister gibiydiler.
Osmanlı bütün büyük başarılarını bu tevazu ve teslimiyetine borçludur.
İşte bu yüzden, Yavuz’un Gazze’ye girişi, “hâkimiyet” duygusuyla kamçılanmış “gururlu bir giriş” olmamış, tam tersine bir “tevazu yürüyüşü” ve hatta “hizmetkâr girişi” şeklinde olmuştur.
Hatırlayacaksınız: Mısır fethi sırasında, İsmini hutbede “Hâkim’ül Haremeyn” şeklinde okuyan imamı “Hadim’ül Harameyn” diye okuması için uyaran Padişah Yavuz Sultan Selim’dir.
Kudüs’e ve Gazze’ye, Hz.Âlişan Efendimiz’in (selat ve selam olsun) Mekke’ye girişi gibi, Hz. Ömer’in (Allah razı olsun) ve Sultan Selâhaddin’in Kudüs’e girişi gibi, Sultan Fatih Mehmed’in İstanbul’a girişi gibi boynu bükük girmiştim.
Bu tür fetih yürüyüşleri, Müslüman hükümdarları diğerlerinden ayıran en belirgin özelliktir. Müslüman hükümdarlar, galibiyeti ve mağlubiyeti Allah’tan bildikleri için galibiyet karşısında şımarmaz, mağlubiyet karşısında ise pes etmezlerdi. Ayrıca fethettikleri bölgenin ahalisini “Vediatullah” (Allah’ın emaneti) sayarlar ve asla zulmetmezlerdi.
Diğerleri ise her şeyi kendilerinden bildikleri için galibiyet karşısında şımarır, o şımarıklıkla “öteki”lere zulmeder, baskı yapar, mağlubiyet karşısında ise çözülür çökerlerdi.
Filistin topraklarında da bu tablo en belirgin ve çarpıcı şekilde defalarca yaşanmıştır.
Yavuz’un Kudüs’te sergilediği özgürlük tabloları, Hz. Ömer’in ve Selâhâddin Eyyûbi’ninkilerden farklı değildir. O da, tıpkı Selâhaddin gibi, “Hz. Ömer Amanname”sini yürürlükte bırakmış, farklı inançların aynı topraklarda özgürce ve dostça yaşayabileceğini ispat etmiştir.
Düşününüz ki, Müslüman fatihlerden Hz. Ömer etnik köken olarak Arap, Selâhaddin Eyyûbi (büyük ihtimalle) Kürt, Yavuz Sultan Selim ise Türk’tür.
Ancak etnik köken farkı yönetim biçiminde bir farklılık oluşturmamış, Hz. Ömer’in yayınladığı “Amannâme” ile Hıristiyanlara ve Musevilere verilen hak ve özgürlükler hem Eyyûbiler, hem de Osmanlılar zamanında yürürlükte kalmıştır. Çünkü dönem dönem Kudüs’e hâkim olan Müslüman hükümdarlar etnik kökenlerinden değil, imanlarından beslenmektedirler… Bu bakımdan kaynakları aynıdır… Bu kaynak, bir “Yürek ihkılâbı” ile “Cehalet Asrı”nı “Saâdet Asrı”na çeviren Peygamber-i Âlişan’ın ilham kaynağıdır… Başka bir deyişle, “vahiy”dir.
Son söz: Zulmün ortadan kalkması için dünyanın yeni bir “Yürek İnkılâbı”na ihtiyacı vardır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.