Fakir adamın çadırı
Dünkü yazımıza Çarşamba günü devam edeceğimizi söylemiştik. Fakat herkese sabır dağıtırken, kendimize ayırmayı unutmuşuz.
Artık yeni bir döneme girdik. Özellikle bizim kuşak, 1980'den sonraki her şeyi gördü. Bu yüzden, içimiz rahat değil!
Eskiden Kâğıthane Köyü'nde sadece bir tane bakkal vardı. Beş liranız da olsa, beş bin liranız da, alabileceğiniz şeyler neredeyse aynıydı. İşte bakkalın gıda reyonu: Bir teneke bisküvi, bir teneke gofret, bir kasa gazoz, bir kavanoz şeker, bir kutu lokum. Bütün çeşit bu kadardı. Dolayısıyla, ortadaki şey, yoksulluk değil, yokluktu. Yokluk, tıpkı ölüm gibi, herkesi eşit kılıyordu.
Şimdi her sokakta en az iki tane market var. Ama bu kez de yoksulluk söz konusu...
Önceden maddi durumu iyi olmayanlara fakir denirdi. Ahlakı etiğe, hırsızlığı yolsuzluğa, insanı bireye dönüştürenler, fakirliği de "alım gücü" olarak adlandırdılar. Fakir dediğiniz zaman, kulağa hoş gelmiyor. Üstelik bu kelimenin itici bir tarafı da var. Ama alım gücü, bakın, insanı hiç de rahatsız etmiyor. Sadece tüketim toplumunu çağrıştırıyor, o kadar.
Önceden her ailenin bir evi vardı. Kiracı da olsanız, kaçak gecekonduda da ikamet etseniz, o ev sizindi. Şimdi ise evliden çok ev var.
Önceden sepet deyince, aklımıza sadece "sepet" gelirdi. Şimdi ise döviz, altın, faiz ve hisse senedinden oluşan o büyülü karışım!
Önceden kış beyaz olurdu. Şimdi kışa kara diyorlar, eşyaya ise beyaz!
Önceden insanlar çimenler gibi ezik, fakat Hazreti Ali gibi yürekliydi. Şimdi her biri bir diken! Üstelik oldukça da yüreksizler...
Önceden Kâğıthane'nin tek düğün salonunu doldurduğunuz vakit, bunun anlamı yüzde yirmi oy idi. Şimdi ise yüzde iki bile değil.
1980'den sonra hayatımıza giren neredeyse bütün yeni şeyler, ekonomiyle, yani dünya malıyla ilgili. Para programı, kredi kartı, repo, serbest kur sistemi, paravan şirket, müşteri yelpazesi, günlük kur, döviz paritesi, dışa açılmak, akıllı kart vesaire ve yine vesaire!
Peki, kültürle ya da davayla ilgili yeni bir şey var mı? Ses ve görüntü kalitesinin yükselmesi dışında?
Dünkü yazımızda, "yalan dünyanın yanlış işleri" demiştik.
Bugün ise "yalan dünyanın doğru işleri" diyelim. İşte bunun peşinde olmak, bilenler bilir, insanı çok yoruyor. Sadece yorsa yine iyi; yaralıyor, üzüyor, yalnızlaştırıyor ve bir sürü yor!
Mesela bir keresinde, "Sözümüz şerefimizdir" dedim diye, hamasi olmakla suçlanmıştım. Hükümetin Hamasçı olmakla suçlanması gibi bir şeydi bu!
Ya da şöyle: Fransızlar Maraş'ı işgal edince, bu vilayetin kahraman evlatları ayaklanmış ve beldelerini düşman işgalinden kurtarmışlardı. Şimdi ise Kahramanmaraş'ın en nezih yerinde Fransız bayrağı olmasa bile, Paris Düğün Salonu var. Muhtemelen sahipleri mütedeyyin kimselerdir.
Son yirmi yılda, işte böyle müthiş, böyle korkunç, böyle yıkıcı bir değişim yaşandı.
Örnek şahsiyet diye önümüze konulanlar, bizlere "şunu yapın ya da yapmayın" diyenler, bu zaman içerisinde nereden nereye geldi?
Her biri alnı açık bir bahar idi...
Açılmamış bir gonca...
Güven mektubu...
Ellerinde mesuliyetin altın bakraçları vardı.
O bakraçlarla ümmete su taşımak yerine,
O bakraçları eritip zengin olmayı tercih ettiler.
Onlara emanet edilen fişekleri satıp birbirlerine nişan aldılar!
Vicdanlarını susturmak için, Filistin konulu kompozisyon yarışması falan düzenlediler. Birinciye şu kadar, ikinciye bu kadar para ödülü...
Ödül ile ödün kelimeleri birbirlerine hiç bu kadar yakın olmamıştı.
Aşağıdan yukarıya düşmek gibi bir şeydi bu... Geldikleri yeri ise "yüksek tabaka" sanıyorlar.
Peki, bütün bunları niçin yazıyoruz?
"Sopaya sürtünmüyorsak" eğer, derdimiz ne?
Yazımıza Çarşamba günü devam edelim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.