Pembe İncili Kaftan’ın hikâyesi
Ömer Seyfettin’in meşhur “Pembe İncili Kaftan” hikâyesini çoğunuz bilirsiniz, ama izninizle burada özetlemek istiyorum…
Safevi Şahı İsmail’in Anadolu içlerinde yayılmaya çalıştığı dönemdir. Önce ideolojik olarak Anadolu insanını etkileyecek, ardından da Anadolu’yu topraklarına ekleyecektir.
Osmanlı Devleti bu hevesinden vazgeçirmek için, Şah İsmail’e defalarca elçi göndermiş, ancak tavrında bir değişiklik olmamıştır…
Hatta Osmanlı elçilerini bazen hapsetmiş, bazen de boynunu vurdurmuştur.
İstanbul’dan son bir elçi daha gönderilecektir, ancak sözünü dudaktan, gözünü budaktan sakınmayan dirayetli, cesaretli, ferasetli biri olması lâzımdır…
Mevcut isimler gözden geçirilmiş, bu işe hiç biri uygun bulunmamıştır.
Vezirlerden biri Muhsin Çelebi’nin adını ortaya atar: Arandığı gibi bir baba yiğittir, Muhsin Çelebi.
Aranır, bulunur ve huzura getirilir. Sadrazam karşısında eğilmez bile. Temenna edip durur. O kadar minnetsizdir. Durum anlatılır: Padişah kendisinden büyük bir hizmet beklemektedir.
Çelebi, görevi tereddütsüz kabul eder. Ancak bir şartı vardır: Devletten hiçbir şey kabul etmeyecektir. Maiyetini kendi parasıyla düzecek, esvaplarını kendisi diktirecek, kimse karışmayacaktır.
Biraz tuhaf bulunmakla birlikte, Muhsin Çelebi’nin bu şartı kabul edilir.
Muhsin Çelebi hazırlıklara başlar. Osmanlı’yı temsil edecek heyetin içinde yer alacak olanları özenle seçer. Her şey Osmanlı’nın şanına lâyık olmalıdır.
Her birine şık elbiselerini diktirir. Kendisiyle gelecek olanlar boylu-boslu ve güzel giyimli olmalıdır. Heyetteki insanlarla hayvanların kıyafeti, Osmanlı’nın zenginliğini ve ihtişamını yansıtmalıdır, ki Şah İsmail kime meydan okuduğunu anlasın.
Tüm giderleri kendi kesesinden karşılayan Muhsin Çelebi, bütün mal varlığını rehin vererek kendisine pembe incili bir kaftan diktirir.
Kumaşı Hint’ten, incileri Venedik’ten gelen bu kaftanın bir benzeri daha yoktur ve bir servet değerindedir.
Muhsin Çelebi maiyetiyle birlikte yola çıkar ve nihayet Tebriz’e varır. Halk Osmanlı elçilerinin ihtişamını gıptayla seyreder. Şöhretleri kısa süre içinde bütün Tebriz’e yayılır. Osmanlı elçilerinin görkemini anlata anlata bitiremezler.
Sonunda Şah İsmail’in huzuruna alınırlar. Osmanlı elçisinin sırtında o muhteşem, emsalsiz Pembe İncili Kaftan’ı gören Şah İsmail’in dudakları uçuklar. Fakat bir hile düşünmüş, Osmanlı elçisini karşısında ayakta tutmak için salona ne koltuk, ne sandalye koydurmuştur.
Muhsin Çelebi, her zamanki haliyle Şah İsmail’in huzurunda dimdik durur. Padişah’ın mektubunu çıkarır, öper, sonra da Şah’a uzatır.
Ardından, oturmak için bakınır. Oturacak yer bulamayınca, Şah’ın kendisini ayakta tutmak istediğini anlar. Bir çırpıda, o kimsenin bakmaya kıyamadığı muhteşem Pembe İncili Kaftan’ı sırtından çıkarır. Bir savuruşta yere yayar ve üzerine bağdaş kurar. Sonra da başlar Osmanlı Padişah’ının mesajını sözlü olarak tekrarlamaya…
Şah şaşkınlıktan neye uğradığını şaşırmış, donup kalmıştır.
Muhsin Çelebi sözleri biter bitmez ayağa kalkar, kapıya yürür. Şah’ın bir veziri, Çelebi’nin kaftanını yerden toplayıp arkası sıra koşturur:
“Buyurun kaftanınızı unutmuşsunuz.”
Çelebi şöyle bir küçümseyerek Şah’ı süzer ve dudaklarını büzerek şöyle konuşur:
“Biz yere serip üzerine oturduğumuz şeyi, bir daha sırtımıza almayız!”
Paha biçilemez kaftanı bırakıp çıkar, ülkesine döner.
İstanbul’da bu hikâyeyi duyan herkes Pembe İncili Kaftan’ın akıbetini merak etmektedir, ama Muhsin Çelebi tek kelime konuşmaz...
Tüm servetini bu göreve hazırlanmak için harcamıştır. Elinde kalan üç-beş kuruşla Üsküdar taraflarında küçücük bir bahçe satın alır ve sebze meyve yetiştirip satarak geçimini sağlamaya çalışır.
Not: Fedakârlığı gündemimize aldığımız ve elimizden geleni yaptığımız gün, Türkiye yeniden sıçrayacaktır.
Yarın, “Garcia’ya Mektub”u konuşalım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.