'Din' bile...
28 Şubat elbette ve bal gibi askerî darbe idi. O süreçte bazı askerler, genel bütçeden tahsis edilmiş ödeneklerle satın alınan tankları sokağa çıkardılar ve halkın oyuyla bir yerlere gelmiş politikacıları tehdit etmek için kullandılar.
Hattâ rivayet odur ki, o günlerin genelkurmayı nezdinde pek bir "akredite", yâni gül hâtırı gülden nâzik bir gazetenin muhabirleri, tankların Sincan civarındaki güzerânına pek muttali olamamışlar, demişler ki, "komutanım doğru dürüst fotoğraf alamadık, rica etsek, bir müddet daha..."
Rivâyet! İnanmak çok zor; bizim ülkemizde halkın parasıyla alınan silahları, halkı korumak için yine halka çevirerek halkı tehdit eden bir kısım askerler "şartlar olgunlaşınca" darbe bile yaparlar ama bir basın grubunun hatırı için tanklara fazladan iki tur attırmazlar!
Yok yani; o kadar da değil!
Cık! İnanmıyorum; inanmam. Yapmazlar. Meselâ, kışlada bitiremediği gündelik ödevlerini evde çalışıp tamamlamak için amirlerinden izinsiz şekilde 11 kilo C-3 plastik patlayıcı, 1 Kanas tüfeği, 1 Kalaşnikof, 1 av tüfeği (askerî avlaklarda kullanmak için?), M-16 mermileri, 10'u MKE mahreçli olmak üzere 12 el bombası, gaz ve sis bombaları, 12 TNT düzeneği, 6 adet yarım, 1 tane 1,5 kiloluk TNT kalıbı vesaire vesaire askerî malzemeyi yanına alıp dışarı çıkaran personele karşı asla hoşgörülü davranmayıp cezasını verirler ama "gazeteciler resim çeksin" diye...
Kat'iyyen!
Netekim darbe muvaffak olmuş, "bin yıl sürecek zannedilen" süreç başlamıştır. O günlerde Genelkurmay salonlarında yer bulamadıkları için koltuk aralarındaki basamaklara oturmaya rıza gösteren ve "ilmin sonu yoktur; kim bana bir harf öğretirse ben ona teşekkür ederim" diye akın akın brifinglere koşan yüksek yargının o günkü mensuplarını, "biz kimin kızından kötüyüz bire; biz de brifing alırız; yok mu bize bir brifing meded?" diye ağlamaklı olan o devrin YÖK yöneticileri takib etmektedir. Bilim ve hukuk tarihimize paslı çivilerle çakılan bu ibret tablosunu geçiyoruz; geçeceğiz; başka bir tabloya bakacağız.
O tabloda görecekleriniz hoşunuza gitmeyecek; hatta bazıları çıkıp, "yalan, nereden uyduruyorsun bunları" diye homurdanacak; az sayıdaki bir kısmı ise, "Yahu epeydir şüpheleniyordum; sen Mason olmaya Masonsun da; hangi locadansın, bir türlü hatırlayamadım" diye zehir hafiyelik yapmaya kalkışacak...
Sadede gelelim: 28 Şubat'ta mağdur olanları biliyorsunuz; fakat az sayıda da olsa o hengâmede "mağdur olmamayı başaranlar" da vardı.
Havayı ânında koklamışlar, parmaklarını ıslatıp havaya tutarak rüzgârın nereden geldiğini kestirmişlerdi.
Üç-beş gün evveline kadar, "canını verir, yine vazgeçmez" dedirtecek derecede kesin inançlı olduğuna kanaat getireceğimiz o birileri, hangi ilhâma mebnîdir bilinmez, "anamın adı Döndü; ben dahi dönsem gerektir" deyûben yasakçı zihniyetin çavuşlarıyla işbirliği fırsatları kollamaya başlamışlardı. Kendilerine, "N'oluyor" diye göz kırpıldığında sağı-solu kolaçan edip kulağınıza eğilerek, "rüzgâra karşı abdest bozulmaz; aman haa!" diye müdebbir öğütler bile veriyorlardı.
Sel geçti, yarıklar kapandı; geriye yürek ezintisi kaldı.
Fazlaca tasvire lüzum yok; bu târihî ve münasebetsiz günde bu münasebetsiz ama çoğumuzun bilmediği küçük ayrıntıdan bahsetmemin sebebi, o makûleyi ayıplamak değildir, başka bir şeye işaret arzusudur; şudur:
Günün küçük hadiseleri var ya; işte onlar seciye dediğimiz şeyi yapar ve yıkar!
Fikirler, inançlar, kanaatler mühimdir, anlamlıdır fakat onları üstünde taşıyacak karakter metaneti var ya; işte o, olmazsa olmaz mesâbesindedir; öyle ki, o yoksa, diğerleri de mânâsını kaybeder; hatta "Din" bile...
Her 28 Şubat'ta, işte onları da hatırlarım; içim sızlar!