16 Mart'tan Ergenekon'a provokasyonları önlemek
Dün, 16 Mart Katliamı'nın 31. yıldönümü idi. Mutlaka hatırlanması ve üzerinde titizlikle durulması gereken bir olay, bu katliam. Ergenekon davası, bu katliamın bugüne kadar cevabı verilmemiş sorularının bir karşılığı olarak takip edilmeli.
Yedi öğrencinin hayatını kaybettiği, ellisinin de yaralandığı bu katliam, benzer birçok cinayetin de sembolü. Bir dönemi ve bugünü aydınlatacak ayrıntılar barındırıyor.
16 Mart 1978'de, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde yaklaşık yüz kişiden oluşan solcu gençlerin üzerine önce bomba atıldı ve sonra silahla tarandı. Bu olay, kendi türünde bir ilkti ve bir dönüm noktası oldu. Önce bomba atıp sonra silahların kullanıldığı eylemlerin hiçbiri, o dönemde ideolojik karşıt grupların marifeti değildi. Benzer eylemler 12 Eylül yaklaştıkça arttı. Dönüm noktası olması da, şiddetin bu olayla birlikte zıvanadan çıkmasını anlatır. 12 Eylül öncesini şiddetin yoğunluğu açısından bu olay bıçakla kesilmiş gibi ikiye ayırır.
Aynı yılın aralık ayında başlayan Maraş Katliamı keskinleşen şiddeti, ertesi yıl Çorum ve Sivas'ı içine alarak bir mezhep çatışmasına dönüştürdü. Türkiye, kanın oluk oluk aktığı bir ülke haline geldi. Maraş'ta ve Çorum'da bu olaylar öncesi yaşananlar, profesyonel tahrikçilerin iş başında olduğunu gösterir. Bu cinayetler, bu katliamlar devlet içinde yer alan bir merkezin marifetiydi. Şiddeti kontrollü bir şekilde tırmandıranlar, akan kandan iktidar hesapları yapıyordu. Hesapları tuttu.
Türkiye'yi yakından tanıyan bir dostumdan dinledim. Şöyle basit bir senaryo anlattı. Nevruz'da Mersin'de üç kişi, MHP il başkanlığı binasını bombalayıp tarasalar, birkaç kişi de hayatını kaybetse ne olur? Hiçbir şey olmaz diyorsanız, aynı üç kişinin ertesi günü DTP il merkezine yönelik bir eylemini hayal edin. Önümüzde seçim de var. Gözünüzün önüne gelecek manzara, Türkiye'nin geçmişinde yaşananlardan farklı olmayacaktır. Bu demektir ki, geçmişteki olaylar da benzer biçimde planlanmış ve tezgâhlanmıştır. 2005 Nevruz'unda, üç çocuğa yüklenen, "bayrağa hakaret" eylemi üzerine Türkiye'nin nasıl ayağa kalktığını hatırlayalım. Şehirler birbiriyle yarışa girdi. En önde kravatlı, takım elbiseli adamların kenarından tuttuğu kocaman bayraklar ve arkalarından gelen kalabalıklar böyle bir tezgâhın eseriydi. Ergenekon soruşturmasının ortaya döktüğü en "masum" provokasyonlardan biri işte bu "bayrağa saygı" mitingleri olmuştu. 70'li yılların son çeyreğinde yaşanan 16 Mart Katliamı olayına benzer olayların hepsinin ortak bir özelliği vardır. (MHP Genel Merkezi'ne 12 Eylül'den hemen önce yapılan saldırının da benzer nitelikler taşıdığını hatırlatalım.) Hiçbirinin failleri yakalanamamış ve yargılanamamıştır.
Ergenekon soruşturması bize, toplumu kamplara ayırıp çatıştırarak, ortalığı kan gölüne çevirerek iktidar peşinde koşanları anlatıyor. Bizim çıkartacağımız ders Kürt ile Türk'ün, Alevî ile Sünnî'nin bu tezgâhlara gelmeyecek ölçüde açık bir bilince ve yüreğe sahip olduğunu göstermekten ibaret. Provokasyonları önlemenin yolu, onları teşhir etmek ve etkilenecek kitleleri uyarmaktır. Önümüz Nevruz. Ergenekon davasının kendisi bile, bu sefer Nevruz'un barış içinde geçeceğinin garantisi.
Mehmet Altan dün köşesinde, zamanaşımına uğrayan 16 Mart Katliamı davası hakkında Adalet Bakanlığı'nı sorguluyor. Benzer provokasyonları önlemenin yolu işte bu sorgulamalar. Ergenekon soruşturması, yakın dönemin eylemlerini aydınlatma iddiasında. Geçmişin karanlığında kalan benzer birçok cinayeti de sorgulamamız gerekmez mi? Bu sorgulamaların geçmişle hesaplaşma yanında bir hukuk bilinci geliştirme ve geleceğimizi güvence altına alma çabası olduğunu unutmamalıyız. Ergenekon Davası ile paralel olarak, geçmişin faili meçhul cinayetlerinin soruşturulmasıyla ilgili yepyeni bir yasal prosedür oluşturulamaz mı? Bu iş Meclis'in işi değil mi?