Risale-i Nur, çare arayan krizler dünyasına yeni bir çözüm olabilir
23 Mart, Bediüzzaman Hazretlerinin vefat yıldönümüydü. Seyahatler yüzünden günü gününe yazamadım. Ruhaniyetinden özür diliyorum…
Bediüzzaman Said Nursi’nin gözlerini açtığı dünya, Aydınlanma Çağı düşünürleri öncülüğünde oluşturulmuş “para eksenli” bir dünyadır… (Küresel kriz işte bu dünyanın çözülme sinyalini veriyor).
“Çok çalışıp çok üreterek çok para kazanmak” suretiyle mutlu olacağına inandırılmış kitleler, pozitivist bir hayat tarzına itilmiş, fikri ve felsefi kimi akımlar Allah’a âdeta savaş açmıştır…
İnsanın yaradılış hikmetine taban tabana zıt olan bu yöneliş, insanı “üretim-tüketim” kıskacına alarak kısa sürede bunaltmış, bu bunalım yeni arayışları hızlandırmış, neticede güçlü bir alternatif olarak “komünizm” ve “faşizm” doğmuştur…
Bütün bu değişim ve dönüşümlerin, tabiatıyla Osmanlı Devleti’ne ve halkına birtakım yansımaları olacaktı. Sadece “küffar” olarak tanımladıkları, tarihi, sosyolojik, psikolojik, siyasî ve dinî değerlerini pek de iyi bilmedikleri Batı dünyasındaki köklü değişimle zihinler bulandı…
Bir taraftan da, devlet, yoğun savaş baskısı altındaydı. Balkanlar ve Kafkasya’da, Rusya ile savaşıyordu…
Rusya’nın Sırpları kışkırtması ile Bosna-Hersek ve Karadağ’da başlayan isyanlar, Avrupa’nın yarısını ve Osmanlı Devleti’nin tamamını etkileyecek kadar büyük bir savaşı başlatmıştı.
Osmanlı tarihçilerinin Rumi Takvim’e göre “93 Harbi” dediği 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının, Osmanlı Devleti’ne yeni başlangıçlar yaptıracak kadar önemli sonuçları oldu.
Osmanlı Devleti, Meşrutiyet ilan ederek siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarda büyük değişikliklere yol açacak olan anayasal parlamenter sistemi yürürlüğe koydu.
Nisan 1877’de, Rusya’nın savaş ilanıyla Kafkas ve Balkan cephelerinde başlayan çarpışmalar, Osmanlı kuvvetlerinin sürekli olarak geri çekilmesi ile sonuçlandı. Ruslar, batıda Plevne’yi düşürdükten sonra, Balkanları boydan boya istila ederek, Yeşilköy’e kadar geldiler…
Doğuda ise Ardahan, Oltu ve Kars’ı alarak Erzurum’a girdiler…
Bu esnada, Osmanlı Devleti’nde ekonomik kriz had safhada idi. Salgın hastalıkların yayılması parasızlık yüzünden engellenemiyordu. Halk, fakirlik ve salgın hastalıklardan bizardı.
Savaşın sonunda Yeşilköy’de imzalanan Ayastefanos Andlaşması ile Osmanlı, Balkanlarla Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamına yakınını kaybetti.
Tuna cephesinde Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlığına kavuştu ve Bulgaristan Prensliği kuruldu. Kafkas cephesinde ise Batum, Kars, Ardahan ve Doğubeyazıt Ruslara bırakıldı.
Olup bitenlerin, dünyaya hükmetmeye alışmış Osmanlı insanının üzerinde derin izler bırakması doğaldı. Bir taraftan da, Osmanlı Devleti’nin ödemesi gereken ağır savaş tazminatı, ağır ekonomik şartlarla bütünleşince korkunç bir çöküntü baş gösterdi. Yavuz ve Kanuni dönemlerinde ağzına kadar altın dolu olan Osmanlı Hazinesi, artık namerde muhtaç haldeydi. Devlet azınlıklara mensup Galata Bankerleri’ne boyun eğip borç alıyordu.
Her anlamda karışık hattâ kaotik bir dönemdi… İnsanların onuru zedelenmişti…
Haliyle aydınlar da şaşırmış, “Batıcılık”, “Türkçülük”, “İslâmcılık” gibi arayışlar arasında bölünmüşlerdi… Şaşkınlık kol geziyordu…
Bediüzzaman Said Nursi, yenileşme ile statüko arasında kalan aydının, kararsızlık içinde bocaladığı bir dönemin ortasında yaşadı gençliğini...
Modernitenin kendini dayattığının farkındaydı. Kimse bunun etkilerinden masun kalamazdı. Bir yandan da insanın tüketildiğini, yaradılış hikmetinden git gide uzaklaştırıldığını görüyordu…
Önce insanı, başarı+para=güç (kapitalizm) dayatmasından, yahut bu formüle tepki olarak gelişen ideolojik travmalardan (faşizm ve komünizmi) kurtarıp tekrar maneviyatla buluşturup Yaratıcısını yeniden keşfetmesini ve böylece bir anlamda kendini fark etmesini sağlamak gerekiyordu.
Bu ise ancak eğitimle gerçekleşebilirdi…
Ne var ki, bu eğitim, değişen şartlara göre kendini yenileyemediği için ihtiyacı karşılayamaz duruma düşen medrese sistemiyle olacak gibi değildi…
Değişimi kavrayamayan medrese iki farklı dünyayı (Doğu ve Batı’yı) tümüyle kavrayacak “insan”ı yetiştiremezdi. Eğitimde yeni bir model lâzımdı.
Bu aşamada, Bediüzzaman, “Medreset’üz-Zehra” adını verdiği bir “Eğitimde Islahat Projesi” geliştirdi. Bu modelde, din ilimleriyle fen ilimleri birlikte okutulacak, her alan için kalbi sevgiyle dolu uzmanlar yetiştirilecekti. Doğu ve Güneydoğu öncelikli olarak okullar inşa edilmeli, sonra bu okullarla tüm vatan sathı donatılmalıydı.
Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde, eğitim projesini gerçekleştirmek için büyük çabalar gösterdiyse de, olmadı; çünkü siyasiler böyle uzun vadeli zor projelere değil, hemen sonuç veren popüler çıkışlara yatırım yapmak istiyorlardı.
Her dönemin isimleri farklı, ancak tutumları aynı devletlüleri, “Medreset’üz-Zehra” projesi için ona yardım etmek yerine, onu maaşa bağlayarak susturmak istediler. Hepsine de çok sert tepki gösterip Başkentlerden (Önce İstanbul, sonra Ankara) ayrıldı. Erek Dağı (Van) yalnızlığında varlık aradı.
Devletten ve başkalarından umudunu kesmiş, sebeplerden tümüyle sıyrılarak “Fail-i Hakiki”ye yönelmişti. Bu yöneliş, önünde yeni ufuklar açacak, hayat telâkkisi çerçevesinde hem okullaşıp, hem de kitaplaşacaktı.
Vefat yıldönümünde, onu tekrar minnetle ve rahmetle anıyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.