Her gün son gündür
Dünkü yazımda “Bir gününüzü son gününüz gibi yaşayın” demiştim…
Deneyenler olmuş.
“Sayenizde uykudan uyandım, gözüm açıldı” diyor, Ankara’dan Leyla Akınal; “Müthiş anlar yaşadım. Sizin tabirinizle hayatın diriliş anlarına şahitlik ettim. O dirilişte kendi dirilişimi düşündüm. Bir böcekle dostluk kurdum. Açmak için yüreğini çatlatan bir gül bana gelişmeye çalışan çocukları hatırlattı. Öldükten sonra dirilmenin o kadar da zor olmadığını birden keşfettim. Kafamdaki eski çözümsüzlüklerin büyük ölçüde çözüldüğünü söyleyebilirim…”
Mektup bu şekilde uzayıp gidiyor. Benim derdim ise, mümkün olduğu kadar çok sayıda dostumun bir günü “son gün” gibi yaşamayı denemesi…
Merak ediyorum: Hayatı ve kâinatı temaşa etmenin de bir nevi ibadet olduğunu, bunun aynı zamanda “kulluk borcu” olarak algılanması gerektiğini ne zaman fark edeceğiz?
Hayata sırtımızı döndüğümüz için, inancın “tasavvuf” ve “tefekkür” boyutundan kopuk yaşıyoruz…
İnancın “tasavvuf” boyutundan kopmak, inancımızı hayata geçirmekte ve ibadetten zevk almakta bizi zorlarken, “tefekkür” boyutundan kopmak, düşünce ufkumuzu kısırlaştırıp çoraklaştırıyor.
Üçyüz seneden beri Müslümanların hayata hiçbir katkı yapmadan yaşamaları bundan kaynaklanıyor gibime geliyor.
Ömrümüzün son gününü yaşıyor gibi yaşamak bu konularda da uyarıcı olabilir diye düşünüyorum.
Hayatı ertelemeye çok alıştık. Dünkü yazımda da belirttiğim gibi, “Yarın yaparım...”, “yarın yazarım...”, “yarın gezerim...”, “yarın severim...”, “yarın söylerim...” diye diye “yarın” olmadan (gelmeden) hayatımızı tamamlıyoruz.
Artık gelsin “keşke”ler: “Keşke” şöyle yapsaydım, “keşke” böyle yaşasaydım!
Peşinden “eğer”li cümleler sökün ediyor:
“Eğer bir daha dünyaya gelseydim...”
“Eğer bir daha genç olsaydım...”
“Eğer bir fırsat daha yakalasaydım...”
Her günü “son gün”, her fırsatı “son fırsat” olarak yaşamak, bütün bunların önüne geçebilir. Hayattan haz alma limitimizi de artırır.
İyisi mi hayatı yarına ertelemeyin. Yarın yapacağınız her güzelliği bugün yapın... Yarın yazacağınızı bugün yazın... Yarın söyleyeceğiniz güzel sözü bugün söyleyin... En sevdiğiniz gömleği bugün giyin.
Çünkü düdük ne zaman öter, ömür ne zaman biter belli değil.
Hayatı ertelerseniz, sadece yaşayamadıklarınızı çoğaltırsınız. Yaşayamadıklarınız zamanla koca bir dağ olup yüreğinize abanır. Hiçbir pişmanlığın kâr etmeyeceği “an”a tıkanırsınız.
¥
Kırk daireli bir apartmanda oturduğum günlerdi. Bir sabah evden çıktım. Baktım evin önündeki güller açmış, yüzüme gülücükler gönderiyorlar. Bu muhteşem güzelliği görmezden gelmeyi Allah’ın ikramına haksızlık saydığım için, dakikalarca seyrettim. Hatta konuştum. Onları ne kadar sevdiğimi anlattım. Hafif dokunmalarla okşadım.
O sırada balkona çıkan komşum, nereye baktığımı merak etmiş olmalı ki yarı beline kadar sarkıp, ilgi gösterdiğim şeyi görmeye çalıştı. Algılayamayınca da kimle konuştuğumu sordu:
“Güllerle” dedim, “bak ne güzel açmışlar.”
Tuhaf tuhaf bana baktı. Bakışları “Bu adamın aklı başında mı acaba?” diye sorar gibiydi.
Çünkü komşum güllerle konuşulduğunu bilmiyordu…
Güllerden Muhammed’e (sav), oradan Allah’a gidildiğini öğrenmemişti…
Komşuma göre, bir insanın dikkatlice bir yere bakması için, orada (ya da bakanda) bir anormallık olması gerekiyordu! Bana göre ise, açan gülü fark etmek, hem insana sunulan gül güzelliğini keşfetmek, hem de baharın ilk günlerinde gül güzelliği ihsan eden “Kudret’i Ezeliye” sırrını keşfetmekti.
Unutmayın ki, hayatı doğru yaşayamayan, doğru ölemez!
Hayatta ve mematta (ölümde) eksikliklerimiz var. Çünkü ne hayatı doğru algılayabilmişiz, ne ölümü doğru kavrayabilmişiz: Her ikisi de korkulardan, karabasanlardan, olumsuz ihtimallerden oluşuyor.
Oysa yaşamayı bilene hayatın bazı anları keyif, kavrayabilene ölüm vuslattır (Hz. Mevlâna).
Dikkatsizliğimizle yersiz korkularımız ikisine de izin vermiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.