Yeni bir yürek inkılâbı, yeni bir yaşam projesi
Dünkü yazımızın sonlarında dedik ki, “Devr-i Saâdet dönemi, “Yeni Bir Yaşam Modeli”dir. Mimarı da Peygamber-i Âlişan Efendimizdir. Modelin üzerinde durduğu ayaklar: iman, ilim, ibadet, fazilet, feraset, ahlâk ve infak (yardımlaşma) olarak özetlenebilir.”
İman, insana diri duruş sağlayan en güçlü donanımdır! Bu gerçek, beşer tarihinin tesciliyle sabittir: İmanları sayesinde Hz. Havva Anamızla Hz. Âdem babamız vahşi dünyaya karşı direndiler...
Hz. Nuh tufana, Hz. Eyyüb hastalığa, Hz. Yunus kendisini yutan balığa, Hz. Yakub karanlığa (Yusuf’a ağlamaktan gözleri kör olmuştu), Hz. Yusuf zindana meydan okudular...
Hz. İbrahim Nemrud ateşine, Hz. Musa Firavun’a, Hz. Muhammed Mustafa (hepsine selam olsun) ise Ebucehil’e ve Ebucehil’in kontrolünde tuttuğu tüm imkânlara karşı yenilmediler.
Bediüzzaman, işte bu vak’alara dayanarak, “İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden insan dünyaya bile meydan okuyabilir” demiştir. Osmanlı insanının, kendisinden kat kat üstün düşman karşısında bile diri duruşunun hikmeti imanının kuvvetidir. Göz kamaştırıcı zaferlerinin kaynağı da aynıdır. Zafere inanmıştır, kazanmak için var kuvvetiyle çalışmıştır ve hak etmiştir.
İlim, insanı kendinden emin yapar. Hayatı ve kâinatı kavramasını sağlar. Bu da, imanın ürettiği içsel güce kalite katar. İnsana dengeli bir duruş kazandırır.
İbadet, iç huzuru sağlar. İç huzuruna ulaşmış insanlar kendisiyle barışık yaşar. Stres ve depresyon gibi çağın hastalıklarına kapılmaz. Ayrıca ibadet, arınıp Allah’a ulaşmanın en kestirme yoludur. Hangi makamda olursa olsun, “kul”un, Yaratıcı Kudret karşısında kendi aczini idrak etmesini sağlar. Fatih’in zaman zaman imzasını “abd-ı âciz” (âciz kul) diye atması, Yavuz Sultan Selim’in, “Hicaz’ın hakimi değil, hâdimi, yani hizmetkârıyım” demesi, bu anlayışın tarih içindeki insanımıza yansımalarıdır.
Fazilet, sadece insanda var olan iradeyi (tercih hakkını) doğru kullanarak ulaşılabilen bir irtifadır. Kaynağı şeriattır (devlet çapında değil, birey bazında). Bediüzzaman, “Şeriat fazilettir” derken, herhalde Devr-i Saâdet’i ve onun yansıması olan Osmanlı insanını kasdetmiştir. Faziletli olmak, Allah’ın emirleri ve yasakları çerçevesinde yaşamak anlamına geliyor: Yani hayatın her safhasını “günah-sevap” dengesinin üstüne kurmak...
Feraset, her anlamda uyanıklık (teyakkuz) halidir. Hadiseler karşısında apışıp kalmamayı sağlar. Bu bağlamda Müslümanın feraset sahibi olması Müslümanlığının gereğidir.
Ahlâk, insanlıkla hayvanlık arasındaki çizgiyi belirler. İnsan ahlâkî normlar sayesinde duygularının kontrolüne girmekten kurtulur. Hayvanlar gibi içgüdüsel değil, kontrollü yaşar. Gerektiği zaman duygularını denetlemeyi ve dizginlemeyi öğrenir.
İnfak ise, hayatı “savaş” gibi gören ve “hayat mücadeledir” anlayışını hayata hâkim kılmaya çalışan ve bu yetişme tarzı yüzünden dünyayı büyük bir savaş alanına çeviren (iki dünya savaşı ile birlikte tüm savaşları ve terörü hatırlayın) Batı düşüncesine karşı en tutarlı alternatiftir. Yardımlaşma barışı besler.
Bunlar “sevgi” kaynaklı kavramlardır. Osmanlı bu kavramları doğru yaşamıştır, çünkü yüreğinde Allah ve Peygamber sevgisi eksenli insan sevgisi vardır. Bugün de tıpkı cahiliye devrine benzer bir hayat yaşıyoruz. Cahiliye insanı kadar bencil, egoist, narsist, acımasız, kavgacı, öfkeli, kindarız!
Bir yanımız “küresel ısınma”... Bir yanımız “sera etkisi”... Bir yanımız “Global ekonomik kriz...” Öteki yanımız susuzluk, yolsuzluk, ahlaksızlık, yokluk, kıtlık, çeteleşme, terör ve kitlesel savaş tehdidi altında kıvranıp duran bir dünyada stres ve depresyon içinde yaşama çilesi... Hayat gerçekten de “cahiliye devri”ne döndü.
İşte bu yüzden Ona muhtacız! Katı yürekli cahiliye toplumu, onun getirdiği “Yürek İnkılâbı” sayesinde yumuşayıp “Saadet Devri”ne geçmişti. O, bencilliği “sevgi-infak=yardımlaşma” ahlakıyla yenip, kin tufanı yürekleri sevgiyle buluşturmuştu.
“Kin”in önüne “din”i, intikam duygusunun yerine affı koymuştu. Bağışlayıcı olmayı insan olmanın gereği saymış, bu çerçevede kendisine zulmedenleri, düşsün diye geçeceği yollara çukur açanları, ambargo koyup açlıktan öldürmeye çalışanları, nihayet çok sevdiği Mekke’den Medine’ye göçmesine sebep olanları, hatta sevgili amcasını öldürenleri bile affetmişti.
Bu çerçevede toplumun büyük çoğunluğu sevgiyle buluşmuştu, sevgi ekseninde birbirleriyle kucaklaşıyor, “Cehalet Devri”, her geçen gün biraz daha “Saadet Devri”ne dönüşüyordu.
Aradan yüzyıllar geçti. Her şey tekrar değişti. “Yanlış modernizm”in dayatmaları yürekleri acımasızlaştırdı. Yürekler kabuk bağladı tekrar. Dünya bir bakıma yeni bir “Cehalet Devri”ne girdi. İnsanlar o dönemin insanları kadar bencil, sorumsuz, düşüncesiz, ahlâksız, zevk ve sefa eksenli yaşamaya başladı...
Tıpkı o zaman olduğu gibi kadınlar “seks objesi” gibi görülüyor, “sahne”ye itilip “eğlence aracı” yapılıyor; kadın yine bir bakıma köleleştiriliyor...
Kimi zaman da inancı, kıyafeti, ibadeti, siyaseti yüzünden erkek egemen toplumun “kamusal alan”ının dışına atılmak suretiyle, kadın, bir anlamda diri diri gömülüyor!
Yani dünya büyük ölçüde bir “Cahiliye Devri” anlayışı içinde... Üstelik bu tabloyu değiştirip insanları cehaletten saadete geçirecek bir Peygamber gelmesi ihtimali de yok.
Ama o Peygamber’in sünneti var, öğretisi var... Peygamber öğretisinin Osmanlı ceddimiz tarafından hayata geçirilişi var.
“Peygamber duruşu”nu Osmanlı örneği ile bütünleyebilirsek, bunalan dünyaya “Yeni Bir Yaşam Projesi” sunabiliriz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.