Âdile Teyze'nin şehlâ gözleri
Necib matbuatımız, iki günden beri Anayasa Mahkemesi'nin yeni binasına konulan "Adalet Hanım" heykelinin gözlerini tartışıyor ki, ben bunu, umumî irfânımız nâmına kazanç olarak kaydediyorum. Adalet Hanım'ın gözlerini münakaşa etmek, vücudunun tenâsübü veya sair hatları üzerine yaka-paça olmaktan yeğdir.
Yeni bina dedik fakat bu haberlerde binanın kendisi hakkında bir bilgiye rastlamadım; merak edip Google dede'nin fotoğraf arşivini karıştırınca pul büyüklüğünde bir fotoğrafa ulaşabildim; eli yüzü düzgün bir binaya benziyor fakat o kadarcık resimden bir mimari kritik çıkarmak mümkün olmuyor. Zaten kamu binalarının mimari dili hakkında haber yapmak bizim matbuatın gelenekleri arasında değildir. Mimari tenkitler, ancak erbâbının abone olduğu meslek dergilerinde yapılır; velev ki binanın mimari unsurları arasında laikliğe veya inkılaplara mugayir bir hususa tesadüf edilmiş olsun, o zaman iş değişir işte!
Bu bahsin kıssadan hissesi, mimarlık ürünlerinin tüketicisi haline gelemediğimizin resmidir; irice kamu binaları yaptırmak iktiza ettiğinde proje yarışması açılır, projelerden biri kabul edilir ve inşaata geçilir. O dakikadan itibaren binanın içinde veya dışında yaşayanların "mimarî unsur"la ilişiği kesilir ve bu çok garip bir durumdur. Biz Türkler (daha doğrusu Türkiye halkından olanlar demeliyiz; biraz uzun kaçıyor ama alışacağız!), evet, biz Türkler, yani hepimiz, hayatımıza bir şekilde müdâhil olan mimarlık ürünlerini "veri" kabul ediyoruz, nasıl veri? Yani akarsular, tepeler, vadiler gibi tabii bir veri; üzerinde söz söyleme ve müdahale hakkımız bulunmayan bir nevi "de facto" şeyler...
Farkında değildim; siyasi muhalefetimizin iki büyük partisi MHP ve CHP'nin, büyük kısmı hazine yardımıyla özene-bezene yaptırdığı genel merkez binalarını uzaktan görünce, o hakikate sert duvara çarpar gibi tosladım ve anladım ki mimarlık bizde sosyal talep ve mutabakatın izlerini taşımaktan ziyade, mimarlar loncasına mensup zanaat erbabının fantezisine ve entelektüel arayışlarına cevap veren, hârici bir süreçten ibarettir, verilendirilmiş bir şeydir; biz onu biçimlendirmeyiz, ona râzı oluruz.
Neyse, biz yine konuya dönelim: Binanın girişindeki Adalet Hanım heykelinin (neyse ki "Adalet Anne" veya düpedüz "Âdile Teyze" demek kimsenin aklına gelmemiştir!) gözleri açık imiş. Sadece baktığını gören basın mensupları, bu görüntüyü "vay gözü açık vaay; anlaşılan AYM bundan sonra davacı ve davalıların kimliğini dikkate alarak karar verecek" şeklinde tefsir buyurdular; halbuki, mezkur âlî mahkemenin vaktiyle verdiği birtakım kararlara âgâh olanlar, Âdile Teyze'nin gözleri bir bezle (Eşarp! Hatta başörtüsü?) kapatılmış olsa da körebe oyunundaki ebelerin yaptığı gibi çaktırmadan etrafı bir hayli kolaçan ettiğini de hatırlayacaklardır. Heykellere şöyle bir baktım ve dedim ki: "Zengin olsan ve şu heykelleri bedava verseler, iki dönümlük villanın bahçesine koyar mısın Ahmet?" İçimdeki ses "Cık, ne münasebet!" diye cevap verdi ve ilâve etti: "Heykel olmasa olmaz mı?" Sahi yahu dedim kendi kendime; heykel şart mı? Değil, fakat âdet olmuş konuluyor. Nitekim Adalet Bakanlığı'nın Antalya'daki Eğitim ve Dinlenme Tesisleri'nin girişine konulan Âdile Teyze heykelinin elindeki terazinin kefeleri rüzgarda sallanıp durduğu için görevliler tarafından koli bandıyla gövdeye bir güzel bantlanmış durumda. E, bir dinlenme tesisinin önüne Âdile Teyze heykeli konulmazsa, orada iki gün kafa dinlemenin ne tadı kalır ki? Ben alelacele böyle düşündüm ama yanlış düşündüğüme eminim.
Yahu, heykeller kötü, köö-tü! Lâf açılmışken söyleyim, AYM'nin resmî amblemi de berbat. Grafik sanatlar fakültesinin 1. sınıf talebesi böyle bir ödev yapsa, vizede çakar da finali göremez. Siyasi bakış kesafetinden şaşılaşan gözlerimize biraz da estetik vizyon kazandırsak belki zamanla bir yerlere gelmek ihtimalimiz var ama...