“İnançta Kirlenme” I
Değerli okuyucularımıza buradan duyurmaktan mutluluk duyarı ki, başlıkta gördüğünüz “İnançta Kirlenme” adıyla yeni kitabımız çıkmış ve okuyucusuna ulaşmıştır. Kitap yine Beyan / Toprak Yayınlarındandır ve 176 sayfadır.
Biz bu kitabı “İnançta Arınma” isimli kitabımızın son bölümü olarak yazmıştık. Daha önce basılan “İmanın Kıymeti Ve Korunması” ve “İman Ve Etkisi” ile bunlar ve ileride basılacak olan “İnancın Kıvancı”, aynı konuda birbirini tamamlayan kitaplardı.
Ancak tecrübelerimiz bu tür kitapların hacminin büyük olmamasının daha yararlı olduğu şeklindeydi. Nitekim “İmanın Kıymeti Ve Korunması” basıldıktan sonra “keşke onun da her bölümünü ayrı bir kitap olarak bastırsaydık” diye düşündük.
Bundan ders alarak “İnançta Arınma” kitabını ikiye böldük. Birinci bölümü o isimle basıldı. Bu da onun ikinci bölümü idi. Bunu da “İnançta Kirlenme” adıyla müstakil bastırıyoruz. İnşallah faydalı olur.
Bir kitabı bölünce haliyle yeniden okumak, konuları yeniden incelemek ve tertiplemek, kaynakları düzenlemek ve önsöz ile sonsözü değiştirmek gerekiyor. Bu takdirde iki kitap arasında zaman zaman bağ kurmak da zaruret oluyor.
Onun için bir hatırlatma yapalım isterseniz. “İnançta Arınma”nın ana konusu, ülkemizde ve diğer İslam coğrafyasında yaşanan irtidadı, yani dinden dönmeyi incelemekti.
I. Dünya Savaşından sonra mağlup sayılan Osmanlı Devleti parçalanmış ve İslam coğrafyası emperyalistlerce işgal edilmişti. Bu işgaller büyük bir operasyona ve çok acı olaylara sebep oldular.
II. Dünya savaşıyla İslam dünyasından zahirde çekilen emperyalistler, aslında personel olarak gitmişlerdi ama sistem olarak kalıcı bir şekilde oturmuşlardı adamları aracılığıyla.
İslam Ülkeleri siyasî bağımsızlıklarını kazanarak kurtulduklarını zannettiler ve bunun bayramlarını kutladılar her sene yıldönümlerinde.
Oysa bu bir tam kurtuluş değildi. Çünkü tam ve bağımsız bir İslam devleti değildi yeni kurulanlar. Bu yeni kurulan küçük küçük ulus devletlerin temelleri yabancıydı kendi kitlelerine. Emperyalistlerin değer yargıları üzerine oturan ve onların çıkarlarını sürdüren bir yapılanmaydı bunlar.
Böyle olunca da aslında kazandıkları bir şey yok gibiydi. Çünkü esas esaret devam ediyordu. Kimlik ve kişilik esareti, yani ideolojik esaret devam ediyordu. Adını tam koyarsak “İnanç Esareti” devam ediyordu ve bu esaretten kurtulmak için çalışmak da en büyük suç kabul ediliyordu.
Emperyalistler bu manevi işgali garantiye alarak sömürüyü devam ettirmek ve Müslümanların inançta da bir kurtuluş savaşına girmelerini önlemek için onlara ekonomik bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini vermediler.
Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olan Müslümanlar, Mehmet Akif’in “Bugün hanümansız bir serseriyim öz diyarımda” dediği gibi, kendi yurtlarında bir nevi ipotek altındaydılar.
Müslümanların sözde bir sürü devletleri vardı, ama ne yazık ki ortada bir “İslam Devleti” yoktu. İslam’ın devleti gitmiş, hilafeti gitmiş, şeriati gitmiş, medeniyeti gitmiş, “ulus devletler” eliyle uygulanan ırkçı politikalarla ümmet param parça olmuştu.
Şimdi Müslümanlar kendi devletleri eliyle kendini, yani kendi dinini, medeniyetini, kültürünü, hukukunu, örfünü, âdetini, ahlakını, an’anesini, hatta kılığını, kıyafetini, yazısını, ölçülerini, kısacası topyekûn benliğini, kişiliğini ve tarihini inkar etmeye zorlanıyordu.
Peki bunları atacak ve yerine neyi koyacaktı?
Kendi ülkelerini işgal eden, yurtlarını yakan yıkan, insanlarını öldüren, namuslarını kirleten, servetlerini çalan kafir düşmanlarının dinini, medeniyetini, kültürünü, hukukunu, örfünü, adetini, ahlakını, an’anesini, hatta kılığını, kıyafetini, yazısını, ölçülerini, kısacası topyekun kişiliğini ve yaşam biçimini…
Olamaz demeyeceksiniz herhalde! Yakın tarih bunun hikayesi değil mi?
Bunun sonucu nedir?
Bunu öbür yazımıza havale edelim isterseniz.