Uluslararası sistem ve “terör” maskesi
İki kutuplu yapının çöküşünden sonra güç merkezlerinde oluşan boşluklar üstü örtülen yerel, etnik, milli ve toplumsal sorunları, sınır problemlerini, iki kutupluluğun gizlediği çok etnik yapılı ülkelerin tutunum psikolojilerindeki zaafları gün yüzüne çıkardı. Uluslararası sistemin statik yapısı içerisinde kuruluş anlaşmalarına göre belirlenen görev alanları içerisinde hareket eden uluslararası örgütler ise yeni dönemde gelişen dinamik yapıya uyum sağlamakta problemler yaşadılar.
Bunlara ilave olarak Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin hegemonik bir tavır geliştirerek uluslararası sistemi kontrol etme isteğini planlı bir eyleme dönüştürme iradesi bölgesinde etkinlik alanı kazanmak isteyen uluslararası yerel aktörleri aktif hale getirdi. Sonuçta dünya yeni bir sorunla karşılaştı veya yeni bir sorun üretti: “Uluslararası terörizm.”
Devletler veya devlet dışı aktörlerce masum insanların kasıtlı olarak hedef alınması anlamına da gelen “terörizm”in sınırları ve genel geçer bir tanımı yoktur. Uluslararası sistemde güç mücadelesinin bir aracı olarak kullanılan terörizm, 11 Eylül’le birlikte, Amerikan hegemonyasının askeri kanadı Pentagon ve ticari hegemonyasının sembolü ikiz kulelerin vurulmasıyla yeni bir anlam daha kazanarak hiç saldırıya uğramayan ABD’nin “güvenlik” odaklı politikalar üretmesini ve hegemonik gücünü artırmak için sebep gibi kullanılmasını netice vermiştir. 9 Eylül’de bir suikast sonucu öldürülen Afganisatan Kuzey İttifakı lideri Ahmet Şah Mesut’un ülkesi, 11 Eylül günü 3000 kişinin ölümüyle sonuçlanan uluslararası terörizmin bir numaralı zanlısı ilan edilmiş ve ABD Afganistan’ı işgal etmiştir. Bunu yaparken de uluslararası terörü destekleyenler ve karşısında olanlar diye dünya ülkelerini iki sınıfa ayırmıştır.
11 Eylül’le birlikte İslâm dünyasını da yakından ilgilendiren terör yaklaşımları uluslar arası ilişkilere ve basın-yayın dünyasına hâkim olmuş ve “İslâmî terör”, “dinci terör” veya “İslâmî köktendincilik” türü tanımlamalarla uluslararası kamuoyundaki terör algısı değiştirilmiş ve bu algı daha sonra gerçekleşen Londra, Madrid, İstanbul ve en son Mumbai saldırılarıyla pekiştirilmiştir.
Oysa söz konusu saldırılarda ölen insanların yüzlerce kat fazlası Irak ve Afganistan’da öldürülmüş, binlerce insan sorgulanmış, işkenceye maruz kalmış, milyonlarca insan evsiz kalmış, Batı ülkelerinde yaşayan binlerce insan terör suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştır.
Bu durum karşısında uluslararası aktörler ve uluslararası örgütlerin çaresiz kalması, yeni dengelere göre kendilerine yeni görev tanımları yapmak istemeleri, uluslararası hukuk kurallarının uluslararası aktörlerce manipüle edilmesi akıllara şu soruları getirmektedir:
Devlet içi etnik temelli çatışmalarda uluslararası örgütler nasıl görevler üstlenebilirler?
- “İslâmî terör” türü önyargıların önüne nasıl geçilebilir.
- Zayıf devletler ve küçük devletler etnik azınlıkların taleplerini karşılayamazlarsa ayrışma isteklerini nasıl engelleyebilirler?
- Uluslararası sistemde “güvenlik” sorunu “özgürlük” duvarını yükseltmeden nasıl temin edilebilir?
- Terör ve meşru müdafa veya terör ve direniş yahut terör ve bağımsızlık mücadelesi tanımlarının sınırları nelerdir?
- Yeni dönemde, anlaşmazlık/çatışma öncesi barış inşası, çatışma sonrası barış inşası veya barışa zorlama mekanizmaları hangi sıralamayla hangi aktörlerce yürütülebilir?
Uluslararası istikrarı kurmak ve korumak, uluslararası sistemin istikrarını temin etmek ve küresel barışa hizmet etmek için kurulan uluslararası örgütler 90 sonrası dünyanın pek çok yerinde patlak veren devlet-içi çatışmalara müdahale edecek yahut önceden belirtileri tespit edilebilen anlaşmazlıkları bertaraf edecek bir iradeden yoksun kaldı. Sonuçta milyonlarca insan öldü veya evsiz kaldı. Tüm dünyayı etkileyen mülteci ve azınlık sorunlarının boyutu arttı.
Ülke içi sorunlar yerel gibi görünse de artan küresel karşılıklı bağımlılık küçük bir ülkenin küçük bir bölgesindeki bir sorunu bir anda küresel bir krize veya küresel bir krizin bir parçası haline getirebiliyor.
Çok etnik yapılı ülkelerdeki ayrımcılıklar, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar, gelir dağılımındaki adaletsizlikler, etnik ve dinî algılamalar, tarihi travmalar devlet-içi çatışmalara sebep olabiliyor.
Sonuçta, bu durum mevcut uluslararası sistemin ve örgütlerin yapısının sorgulanmasını zaruri kılmaktadır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.