Masum okumalar
Ah, ne mesut zamanlardı...
Ah, ne güzel zamanlardı...
*
Okuyacak bir şey bulamayınca, "canım sıkılıyor, canım sıkılıyor" diye sızlanırdım da, "Niçin canın sıkılıyor evladım?" dediklerinde, "bilmiyorum, canım sıkılıyor işte" diye cevap verirdim. Bu cevabı lüzumundan fazla ciddiye alan halacığım, güzel gözlerinde hafif bir istihza pırıltısıyla derdi ki:
-Bu oğlanın can sıkıntısını gidermek için eversek mi ne etsek?
Evliliğin nasıl olup da can sıkıntısını gidereceğini o günlerde asla anlayamamışımdır; bugün de pek anlayabilmiş sayılmam. Benim can sıkıntımın başlıca sebebi meşgul olacak bir şey bulamamaktan kaynaklanıyordu ve bunu gidermenin bana göre en şâhâne biçimi, bir kitap bulup içine yuvarlanmaktı.
Yuvarlanmak fiili rastgele seçilmiş değildir; nasıl bir şey? Şöyle bir şey: Sıcak, çok sıcak bir yaz gününde bir kum tepesinin yamacından yumuşak bir düşüşle aşağı doğru yuvarlanıp gitmek ve sonunda buz gibi suya düşüp ferahlamak. Kitaplar bende böyle bir tesir yapıyordu ve yuvarlanıp düştüğüm o ferahlıkta, dış dünya ile bütün alâkamı keserek zihnî mâceraların içinde sürükleniyor, kaybolup gidiyordum.
Ve o esnada hiç canım sıkılmıyordu. Halamın, annemin bunu anlayamaması garipti; belki de o yüzden işi şakaya getirip benim daha çocukluk çağımda evlenmek istediğimi sanmaları tuhafıma gidiyordu.
Mesut zamanlardı... Tabii kitap bulabildiğim zamanlar.
Zamane gençlerine biraz garip görünecek ama, okunacak kitap bulabilmek pek de kolay değildi. Mahalleye komşu ilkokulun –ki ben orada okumuyordum- kütüphanesine fare gibi dadanıp da, gözüme taze dilimlenmiş eski kaşar peyniri gibi dayanılmaz bir lezzette görünen kitapları tükettikten sonra, okunacak şey bulmakta enikonu zorluk çekiyordum.
Geçenlerde bir akrabanın evinde, vitrinin raflarında o günlerden kalma 6 ciltlik bir ansiklopediye rastladım (misafirlikte bile okunacak şey arama takıntısı!), "Aa" dedim, kendi kendime, "Ben bu ansiklopediyi tanıyorum yahu".
İlk sayfasından başlayıp sonuna kadar ağız tadıyla okuyup bitirdiğim ansiklopedilerden biriydi bu!
*
Bir saniye, bir saniye! Siz şimdi beni yanlış anlayacak ve çok kültürlü, roman gibi ansiklopediler devirmiş, hafif kaçık ve çok zeki biri olduğum sonucuna varacaksınız. Öyle değil, billahi öyle değil. Çok zeki biri olmadığıma nasıl olsa şahit bulmakta sıkıntı çekmeyeceğimi zannediyorum fakat her şeyi bilen, deli gibi okuyan bir bibliyofag (kitap yiyici) olmadığım hususunda sizleri kemâl-i ciddiyetle temin etmek isterim. Evet, birkaç ansklopediyi baştan sona okuyup bitirmişliğim var ama yarısından çoğu resimle süslü, ufak-tefek eserlerdi bunlar ve başkaca bir çare kalmadığı için "şurasına değmiş, burasına değmemiş" diye –ve can sıkıntısından kurtulmak için- okumuştum.
Bunda şaşılacak bir şey görmüyorum; bizim kuşak sözlük de okurdu meselâ. Ayrıca büyük Atlas kitaplarını açıp, belirli bir zaman içinde nehir, dağ, şehir vb. isimleri gibi bulmaca da oynardık; muhatabımız zorlanınca "yaklaştın... uzaklaştın..." gibi küçük yardımlarda bulunmak da âdettendi.
Bir defter kâğıdını kare şeklinde kesip birkaç kere katlayarak tuzluk biçimi verdikten sonra iç yüzeylerine "eşek, dana, manda, ödlek" gibi taltifkâr sıfatlar yazarak arkadaşımıza, "hangisinden kaç kere" diye sorar, sonra –bahtına!- ne çıktığına bakıp eğlenmek de vardı.
Ne güzel zamanlardı yahu! Teksas, Tommiks gibi o devrin ölçülerine göre hayli muzır sayılan –ama bugüne göre son derece mâsum, hatta eğitici- western çizgi romanlarını birbirimizden ödünç almak için neredeyse yalvarma raddelerine geldiğimizi hatırlarım. İşin en leziz kısmı, "aman hemen bitmesin" diye damakta akide şekeri gezdirir gibi ağır ağır okumaktı; ne mümkün? Siz bilemediniz on beş dakikada tükeniverir. Devamı haftaya, tabii ki ele geçerse!
Mahallenin genç kızları birbirlerinden ödünç aşk romanları edinirler, sonra ebeveynlerinden gizli-kapaklı okuyup hayallere dalar veya ağlarlardı. Geçenlerde bir sahafta bunların kâffesini, -tanesi iki liracıktan- alenen kaldırımda satışa sunulmuş görünce çok bozuldum; "genç kızların hissiyatına hiç saygı kalmamış; aşka verilen değere bakar mısınız?" diye homurdandım.
Neyse ki kimse duymadı!
Pazarlık etmeyi bile gereksiz görüp tam on lira sayarak, beşini sardırdım bu güzide aşk romanlarının; çaktırmadan okuyorum şimdi.
Siz de kimselere söylemeyin!
*
Anlamıyorum; hiç anlamıyorum. Şimdi eskisine göre daha çok kitabım (hatta aşk romanlarım) var ama o tatlı yuvarlanışları eski yerinde bulamıyorum artık.
Bir kitap alayım, bir köşeye çekileyim, yaşlı insanların yaptığı gibi (bkz: bu satırların yazarı!) yakın gözlüklerimi takıp satırların arasında akıp giden maceranın tâ içine düşeyim; zamanı unutayım, yemek saatini unutayım. Günün yorgunluğu göz kapaklarına binip ta tatlı bir uykunun derinliklerine düştüğümde birisi gelip elimdeki kitabı kaldırsın ve üstüme hafif bir battaniye örterek yarım saatçik şekerleme yapmama müsaade göstersin...
*
Demek oluyor ki büyümek denilen şey, çocuksu, naif ve alelâde kitapların okunabildiği çağa vedâ mânâsına da gelmekteymiş.
Elveda mâsum ve mesut okumalarım benim.