Sünneti işler, farzı işlemez
Din, bilmeye ve bilgiye dayalı çok önemli manevi bir olgudur. Din ve dindarlık asla cehaletle bir arada düşünülemez. Dindar olmak da bilgi ile olur. Bilmeyen kimsenin dindarlığı muvakkat gibidir. Kolay sarsılır, dinin aslına uymayan işleri dindarlık adına yapar; sonra da bunu savunur, hatta dindarlık örneği olarak gösterir, başkalarına da ısrarla tavsiye eder.
Büyük bir İslam eğitimcisi ve aynı zamanda pedagog olan İmam Zernûcî bu konuda ne güzel söylemiştir: “Öğrenime başlayan kişi önce Allah rızasını kazanmaya niyet etmeli, sonra kendisinden ve diğer insanlardan cehaleti yok etmeye niyet etmelidir. Çünkü cehaletle beraber zühd ve takva geçerli olmaz.” İşte bu ilkenin doğruluğunu bugün ki Müslümanların hallerinde açık olarak görmek mümkündür.
Öyle Müslüman vardır ki, takva adına tezatlarla dolu bir dindarlık örneği sergiler. Şöyle ki; mekruh işlemez, fakat haram işler. Takva adına o kadar hassas davranır ki, kitaplarda fakihlerin mekruh dediği işleri işlememeye özen gösterir, fakat Allah’ın kitabında haram olarak nitelendirdiği işleri işlemeye aldırmaz. Yorum yaparak faiz yer. Kendi meşrebine uymayanlara iftira atar, üstelik bunu dindarlık sayar. İşte biz buna kutsal iftira diyoruz.
İftira bilerek bir kimsenin yapmadığı işi ona isnat etmektir. Bunun gibi, birilerinin gelişigüzel naklettikleri haberi hiç araştırmaksızın doğru kabul edip bir marifetmiş gibi başkalarına nakletmek de iftiradır.
Bu tip insanlar arasında, fikirlerini ve meşrebini beğenmedikleri başka kimselere, hiç çekinmeden iftira atanların varlığını her zaman görmek mümkündür. Bir haberi hiç araştırmadan doğru kabul edip nakletmenin de iftira olduğunu düşünürseniz, bu iftirayı yapanların sayısının az olmadığını görürsünüz. Bunun toplumumuzda örnekleri çok fazladır; hele basın bu gibi iftiralarla doludur.
İşte bizim toplumumuzda mekruh işlememeye özen gösterdikleri halde, bu türlü haram işleri işleyenlerin sayısının hayli kabarık olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur.
Yine öyle Müslüman vardır ki abdestsiz gezmez, fakat yalan söyler. Öylesi de vardır ki, haktan bahseder, fakat hak yer; adaletten bahseder, fakat zulüm yapar. Sadakatten bahseder, fakat sözünde durmaz. Doğruluktan, bahseder, fakat yalan konuşur. Dürüstlükten bahseder, fakat dürüst davranmaz.
Yine öyle Müslüman vardır ki, Hz. Peygamber’e uyduğunu zanneder, fakat şeytana uyar. Hz. Peygamber’in şekline uyar, fakat davranışlarına uymaz; onun gittiği yoldan gitmez. İyilerle beraber olduğunu zanneder, fakat kötülerle oturup kalkar; onların işlerini yapar. İnsanları doğru yola götürdüğünü zanneder, fakat onları hak yoldan saptırır.
Yine öyle Müslüman vardır ki, müntahap olan işi işler, fakat vacip olan işi yapmaz. Nafile hac yapar, fakat farz olan cihadı terk eder. Sünneti işler, fakat farzı işlemez.
Burada bir noktanın altını çizmemiz gerekir: Umreye gitmek farz değil belki sünnettir. İslam dünyasında milyonlarca Müslüman umre için can atmakta, bunun için her yıl büyük meblağlara varan paralar harcamaktadır. Oysa umre Müslümanlar için farz değil, belki nafile bir ibadettir. Bir kimse umre yapmadan ölse onun kulluğunda bir eksiklik olmaz.
Fakat bilgi, teknoloji ve düşünce üretmek farzdır; bilgi ve teknoloji üretecek kurumları kurmak ve desteklemek de farzdır. Bunun için infakta bulunmak ise çok önemli bir kulluk görevidir.
Kur’an, Müslümanların güçlü-kuvvetli olmasını emrediyor. Buna rağmen Müslümanlar zayıf durumdadırlar. Bunun sebebi bilgi ve teknoloji eksikliğidir. Düşmanların ve kâfirlerin Müslümanları yok etme planları her an mevcuttur. Böyle büyük bir tehlike karşısında Müslümanların nafile hac ya da nafile ibadetle meşgul olmaları ve milyarlarca dolar paralarını heba etmeleri dindarlık değildir, meşru da değildir. Belki bu savaş zamanında savaşı ve savaş için hazırlanmayı bırakıp manevi zevke dalmak ve keyfine bakmaktır.
Kimi Müslümanlar paralarını Avrupa’da yerler, kimisi de Kâbe’de yerler. İkisinin ortak yanı cihad var iken buna katılmayıp nefsinin ve ruhunun rahat olması için boş vermektir. Bunun Allah katındaki sorumluluğu ise çok büyüktür.
Bir düşününüz, Bedir savaşı yapılırken sahabe hac ve ömre ile meşgul olabilir mi idi? Sahabe Mekke’nin fethinden sonra nafile hac ve ömre ile değil, farz olan cihad ile meşgul olmuştur. Bizans surlarının önlerine kadar gelerek şehit düşenler sahabilerdir. Eyyub Sultan, Hz. Cabir, Ebu’-Derda ve birçok sahabenin kabri bu surların yakınında bulunmaktadır. Haliç’te sahabe donanması batmıştır. Dolayısıyla Haliç bir bakıma sahabe mezarlığıdır. İşte dindarlık örneği budur.
Anılan sahabede, her halde bizim kadar İslamî şuur, dindarlık ruhu ve nafile ibadet aşkı vardı. Onlar pekâlâ Medine’de ve Mekke’de kalarak da rahatlarına bakabilirler, manevi zevklerini tatmin edebilirlerdi, fakat böyle yapmadılar. Maddi manevi fedakârlıkta bulundular; rahatlarından uzaklaştılar; çoluk çocuklarını bırakıp Allah için canları ve malları ile cihada çıktılar. Allah için şehit ya da gazi oldular.
Bir bunlara bakalım, bir de günümüzdeki keyifçi, rahatçı Müslümanların yaptıklarına bakalım. Irakta, Filistin’de ve dünyanın her yerinde Müslümanlar ezilirken, namusları çiğnenirken, manevi zevkler elde etmek ve cennete ucuz yoldan yaklaşmak için milyarlarca dolar parayı heba ederek nafile ibadetlerle meşgul olmak akıl kârı değildir.
Farz dururken nafile iş işlenmez. Farz ile nafile bir araya gelse farz yapılır, nafile terk yapılmaz. Dini ilkeler bize bunu emreder.
Çağımızın vurdumduymaz Müslümanları, bir türlü ilke, kural ve kaide dinlememektedir. Çünkü İslami bir şuura sahip olan çok az kişi vardır. M. Âkif Orsoy ne güzel söylemiştir: “Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdir.”
Bediuzzaman Said Nursî, bırakın umre yapmayı ömründe bir kere hac bile yapmadı. Çünkü imanın tehlikeye düştüğü bir zamanda toplumun inancını güçlendirmek ve yok olan imanı geri getirmek farzdı. O, farz olan bu kulluk görevini yerine getirmek için olanca gücünü harcayarak mücadele etmiştir.
Pekâlâ cihattan kaçıp Mekke ve Medine’de mücavir olarak hayatını sürdürebilir ve manevi yönden keyfine ve zevkine bakabilirdi. Fakat bunu yapmadı. O, farz olanın nafileden, cihadın diğer ibadetlerden üstün olduğunu biliyordu. Bugün ki Müslümanlar maalesef bunu bilmiyorlar, tesadüfen Müslümanlıklarını sürdürüyorlar. Batı’dan şiddetli bir dalga gelip süpürse yapacakları bir şey yoktur, alınmış bir tedbirleri yoktur.
Benim hocam ve babam merhum Hacı Hasan Efendi, ömür boyu İslami ilimleri tedris etmekle meşgul olmuş ve yüzlerce icazetli hoca yetiştirmiştir. İlahiyat Fakültesi ve imam-hatiplerin henüz faal olmadığı bir zamanda, yüzlerce ilim adamı yetiştirmeye muvaffak olmuştur. Kendisine, defalarca parasız umreye götürme teklifi yapan şirket ya da şahıslara, ilim tedrisinin umreden daha önemli bir ibadet olduğunu hatırlatarak hiç birini kabul etmemiş ve hac dışında bir umre ziyareti yapmamıştır.
Maalesef, bugün ki Müslümanların çoğu, İslami şuurdan yoksun bir durumda olup Şeytan’ın nafile hac vesvesesine kapılarak nafileyi işliyorlar, fakat farzı terk ediyorlar; sünneti işliyorlar, fakat vacibi terk ediyorlar; mekruhtan sakınıyorlar, fakat haramdan sakınmıyorlar. Yüce Allah hepimize İslamî şuur versin, dindarlık versin, akıl ve fikir versin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.