Alevilerle Bir Sohbet
Burada Alevilerle ilgili birkaç yazı yazmıştım. Şu yazı da onlar arasına girecekti. Ama değişen gündem bu yazıyı bir kenara itti. Şimdi ise “Alevî Çalıştayı” yeniden gündeme gelmesine bir vesile oldu.
Sanırım 1997 yılıydı. Ben o zamanlar Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesinde öğretmendim. O sene yarıyıl tatilinin çoğu Ramazana denk geliyordu. Almanya’dan bir davet aldım. Düseldörf’e yakın Förde (gibi) denilen bir yerden arıyor ve Ramazan ayında derneklerinde görev yapmamı teklif ediyorlardı. Yeni bir tecrübe olur diyerek atladım gittim.
Çok güzel insanlar vardı orada. Küçük bir dernekleri vardı ve etrafı açık bir evi mescit olarak kullanıyorlardı. Saygılı, sevgili, fedakar, hizmet ehli, misafirperver insanlardı. Bana küçük bir ev verdiler. Hemen bir program yaptık, başladık çalışmaya.
Birbirimizi pek tanımadığımızdan önceleri ihtiyatlı davranıyorduk. Giderek ısındık, kaynaştık, seviştik. İnsanın günü dopdolu geçiyor orada. Dersler, vaazlar, mukabeleler, çocuk okutmalar ve tabi ki namaz kıldırmalar. Bir de çevreyi, komşu dernekleri ziyaretler ve geziler…
Bir ay yedirdiler, içirdiler, gezdirdiler, hizmet ettiler. Allah onlardan razı olsun.
Bir gün sevgili başkanımız Uğur Yenilmez bey,
- Hocam bir istek var, ne dersiniz? dediler.
- Hayırdır? dedim.
- Camiye gelmeyen Alevi bayanlarımız var. Sizinle sohbet etmek, bazı sorularını sormak, sorunlarını açmak istiyorlar, ne dersiniz?
- Bence bir mahzuru yok ama sorduğunuza göre istişare edelim. Sizce var mı?
- Bizce de yok hocam. Ama bir kılık kıyafetten dolayı, bir de saygıda kusur olabilir mi diye endişemiz var, o kadar.
- Mesele buysa kolaydır. Onların olabileceğinden daha fazla kılık sorununa çarşı pazarda da rastlıyoruz. Saygıda kusur edeceklerini de sanmam. Ama olsa ne çıkar? Tebliğ adına biz hazırlıklıyız böyle şeylere. Ama en az üç erkek olalım orada. Beni yalnız bırakmayın.
- Biz de saygıda kusur ummuyoruz. Ama hadi olursa demiştik. Peki hocam, randevuyu alıyoruz..
Akşam bir evde toplanmışlar. Selam vererek içeriye girdik ve yerimize oturduk. Selamımızı aldılar ve “hoş gelmişsiniz” dediler. Şöyle bir başımı kaldırdım ve etrafıma baktım. İçimi bir hüzün yaladı sam yeli gibi. Bir ustura biçti sanki ciğerimi. Duygulandım, işi büyütmesin diye bakışlarımı yere mıhladım.
Bir ikisi hariç hepsi uzun etekler giymiş, başlarını beyaz yazmalar veya eşarplarla örtmüşlerdi. Çok saygılı ve naziktiler. Gözlerinde hiç itiraz yoktu, aksine hüsn-ü kabul vardı. Tıpkı yıllar önce rahmetli babamın görev yaptığı Kaleboynu köyündekilerden hiç farkları yoktu. Bunlar Anadolu’nun mübarek kadınlarıydı. Bunlar bizim insanlarımızdı. Peki ama bu resmiyet niçindi bu gurbet ellerinde? Zaten oruç inceltmişti duygularımızı, gurbet havası da hüzün vermeye başlamıştı. Bu manzara da üstüne gelince kaynayan kalbimin buharları gözlerime seğirtti ve ağladım içimden, ama bir iki burun çekmekle kurtardım vaziyeti ve gözyaşlarımı içime akıttım.
Bir müddet sonra başımı kaldırdım. Davetlerinden memnun olduğumu bildirerek teşekkür ettim. Her türlü soruya açık olduğumu belirttim. “Ama önce şunlarda mutabıkız değil mi?” dedim. “Rab olarak Allah’tan, Peygamber olarak Hz. Muhammet’ten, din olarak İslam’dan, bir yiğit veli olarak Hz. Ali’den razıyız değil mi?”
Hepsi birden “evet” dediler.
“Bir şey daha var. Ben Hanefi mezhebindenim. Bu mezhebi bilir, maalesef diğerlerini pek bilemem. Sorularınızı buna göre cevaplandıracağım, haberiniz olsun” dedim. Ona da “kabul” dediler. “Siz benim kardeşlerimsiniz. Her türlü meselenizi sorabilirsiniz, aklınıza ‘acaba hocamız rahatsız olur mu, yorulur mu?’ gibi şeyler gelmesin. Bu gün bitmezse yarın, yarın bitmezse gidene kadar emrinizdeyim” dedim.
Sevindiler ve sormaya başladılar.
Neler mi soruyorlardı?
Zaman zaman memleketimizde köylere irşat ve tebliğ için çıkarız. Oralarda neler soruyorlarsa sanki aynısıydı. Çoğunlukla kocalarından dertliydiler; kimisi boşanmadan, kimisi nafakadan, kimisi aldatmadan, şöyle veya böyle dertliydiler işte. Bu arada beyaz tülbentli kızlar, nezaket ve edep içinde ikramlarını da sergiliyorlardı geleneklerinden gelen misafirperverlikleriyle…
Oradan kalkarken hepimiz de sevinçliydik. Dışarı çıktığımda haçlı orduları gibi üstüme saldıran hüzün ordularıyla karşılaştım yeniden. Bir duygu fırtınası gönül teknemi alabora etmek üzereydi. Kendimi evime demirlediğimde uykum dağlara kaçmıştı. Üstelik hüzün fırtınaları soru kasırgalarına dönüşmüştü:
“Niye idi bu ayrılık? Bin küsür sene önce Kerbela’da bir olay olmuştu onları da, bizi de yakan, kavuran. İyi ama ikimiz de o olaydan bizardık, niye şimdi iki karşı taraf olmuştuk? Aynı taraf iken karşı karşıya kalmak; akıl ve mantık neresindeydi bunun? Hadi diyelim bir taraf suçluydu, ama bize ne onlardan? Hadi diyelim, Hz. Hüseyin’e yeterince sahip çıkılmadı, evet ama ne farkımız var ki? O gün Onu davet edenler, sahip çıkmışlar mıydı yeterince? Ve hepsinden öte, öyle veya böyle, düşmanlık bu kadar da uzatılmazdı ki? Bir yerde barış olmalı, af olmalı değil miydi? Asırlar sonra hala mı kavga sürmeliydi? Yahu suçlular çoktan cehennemi boylamıştı. Yezid’e “aferin” diyen mi vardı? Sahiplenen mi çıkıyordu ki? Nedendi bu kardeşlerin hala birbirine muğberliği?”
İngiliz casusu Hemper’in hatıratında okumuştum. Adam casusluk eğitimi alırken bu olaylar anlatıldığında söz alıyor ve diyor ki: “Asırlar öncesi olmuş bir olaydan dolayı hala düşman olmak akıl karı mı? Bu kavgayı sürdürmenin onlara ne yararı var ki?”
Komisyon başkanı söz alıyor ve diyor ki: “Mr. Hemper, senin görevin bu kavgayı bitirmek değil, daha da derinleştirmektir. Dikkat et, bunun için eğitiliyorsun!”
Alevisi ve sünnisiyle ey Müslümanlar, bu ders bize yetmez mi?