İlmin İzzeti
Allah Teâlâ’nın hiçbir şeyi abes olarak yaratmadığı malumdur. Erbab-ı marifet bunu bilir ve her yaratığı sever yaratandan ötürü, her olanı hayır bilir o seçti diye, gamdan kasavetten azade olur, o takdir ettiği için. Onların semtine uğrayamaz stres denilen sersem. Allah varken psikologa gerek duymaz da, gitmezler de onlar. Zikir varken huzur için hap yutmazlar.
İyi kötü huylar da böyledir. Gurur, kibir, enaniyet, öfke ve benzeri huylar, mücerret iyi ya da kötü değillerdir. Bunların iyilik veya kötülüğü, bulunduğu yere, kullanıldığı amaca göre değişir. Bunlar olmasaydı, kim bilir insanlar ne hale gelirdi?
Evet, bu huyların hepsi de çok gereklidir hiç şüphesiz. Önemli olan bunların kullanıldığı alanları iyi tespit etmek ve maksadına uygun olarak yerinde kullanmaktır. Öyle ya, taş yerinde ağırmış. İtin önüne ot, atın önüne et konursa, hepsi de helak olurmuş.
İbnulemin Mahmut Kemal İnal’ı da Necip Fazıl gibi aşırı gururlu, kibirli, kendini beğenmiş, çok mağrur bulur ve bu huylarını beğenmezdim bir zamanlar, meğer yanılmışım. Zira bu huylar herkes için olmasa da onlar için gerekmiş. Eğer onlarda bu huylar galip olmasa imiş, devrin azgınlarıyla nasıl baş edebileceklermiş?
Allah dağına göre kış verirmiş. Tevazu, mahviyet ve fenayı meslek edinmiş dervişler, o devrin azgın ceberutlarıyla nasıl mücadele edebileceklerdi ki? Kaldı ki makam olarak senden büyüğüne tevazu, zillet olarak yanlış anlaşılabilir olduğundan pek de tasvip edilmemiştir.
Allah Teâlâ’nın işleri ne güzel! İnsan itiraz bataklığında berbat olacağına, ibretle baksa da manayı anlasa ya! Ben istiğfar ediyorum anlamadan itiraz ettiklerime.
Bir devrin İstanbul’da valisi ve Belediye Başkanı olan Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay, hatıralarını anlatırken şöyle söylemişti:
"Valiliğim sırasında bir gün Celal Bayar, Adnan Menderes ve bazı bakanlar İstanbul'a geldiler. ‘Efendi hazretlerini buraya getir de kendisiyle bir kere de yüz yüze görüşelim’, diye haber gönderdiler. Derhal Mahmud Kemal Bey'e gittim ve durumu arzettim. Sinirli ve öfkeli bir tavırla 'Ben o heriflerin ayağına gitmem' dedi. Israr ettim; yalvardım, yakardım. Sonunda ikna etmeyi başardım. Bin naz ile ve söylene söylene Florya Deniz Köşkü'ne götürdüm. Yenilip içildikten sonra sohbet faslı başladı.
Bir ara Celal Bayar, Mahmud Kemal Bey'e hitaben şöyle dedi:
- Efendi hazrederi! “Son Sadrazamlar” adındaki eserinizi okudum. Hakîkaten güzel yazmışsınız. Lâkin hep Osmanlı döneminin sadrazamlarını, devlet adamlarını anlatıyorsunuz. Bir eser daha kaleme alsanız, orada da cumhuriyet devri başvekillerini, cumhurbaşkanlarını tanıtsanız, acaba nasıl olur?
İbnülemin Mahmud Kemal Bey, karşısındaki zatın bir cumhurbaşkanı olduğunu düşünmeye bile gere görmeden
- "Kim o herifler?" diye sorar ve konuşmasına şöyle devam eder:
- Ben son sadrazamları yazarken öyle rast gele hareket etmedim. Hapsini yakından tanıdım. Kimisi hizmetinde bizzat bulundum, kimisiyle birlikte görev yaptım. Merhum babam Mehmed Emin Paşa sayesinde bir çoğunun aile mahremiyetine kadar sokuldum. Meziyeterine, kusurlarına, bir aile ocağı samimiyeti içinde şahit oldum. Onlarla düştüm, onlarla kalktım. Halbuki yenileri tanımıyorum. Zaten yazılacak yerlerinin bulunduğuna da inanmıyorum.
Hazret, asıl söyleyeceğini sona bırakır:
- Hem eskiden bir adam sadaret makamına çıkacağı zaman belli bir kademeden geçer, belli bir merhale kat' ederdi. Meselâ önce vali olur, sonra nazır olur, derken sadrazamlığa kadar yükselirdi. Şimdi öyle mi? Ne idüğü belirsiz bir adam, beklenmedik bir anda milletin başına geçiyor. Sonra o nevzuhur şahıs, âlimi, ulemayı ayağına çağırıyor!"
İşte Son Sadrazamlar müellifi Esseyid İbnülemin Manmud Kemal İnal, böyle bir şahsiyet âbidesiydi. Bu adama o gurur ve kibir yakışıyor demek ki.
Öyle olmasaydı, bu adamlara kim haddini bildirecek ve kanayan bir yarayı kim saracak, kime sardıracaktı…
www.cemalnar.com