Eski İstanbul ve eski komşularımız
Halıcıoğlu’nda otururken, en yakın komşularımızdan birinin adı Vasilya (ya da böyle bir şey) idi…
Aslen Rum’du. Ahşap evlerinde yaşlı annesi ve ağabeyiyle birlikte yaşıyordu. O kadar güleç, müşfik, sevecen biriydi ki, bu meziyetlerine rağmen neden evlenemediğini hep merak ederdim.
çok sonra öğrendim ki, zavallı “Vasilya Abla”nın “drahoma”sı (Hıristiyanlarda gelin tarafının damada götürdüğü mal veya para; bir bakıma başlık parası) yoktu…
Bu yüzden evlenememişti.
Yoksa son derece düzgün bir komşuydu. Annesiyle o, yıllardır aramızda yaşamanın da etkisiyle, inanç kaynakları geleneklerimizi özümsemişlerdi…
Bayramlarımızı kendi bayramlarından daha büyük bir coşkuyla kutlar, kandil gecelerinde kandilimizi kutlamaya gelirlerdi.
Bahsettiğim tarihte (50’li yıllar) Haliç havzasında yer alan semtlerin hemen hemen tamamı ırklar, inançlar ve renkler mozayiğiydi. Türklerin yanı sıra Rum, Musevi ve Ermeniler de yaşardı.
Eskiden Rum, Ermeni ve Musevi nüfus çok yoğunmuş. O kadar ki İstanbul’un bazı bölgelerinde neredeyse Türk’e rastlanmazmış.
1913 tarihli Annuaire Oriental derlemesine göre, Galata Tüneli çevresinde oturan meslek erbabı ve tüccarına bir göz atalım:
Fırıncı Benditsch, Modacı Dontis, Kuyumcu Jacques Adler, Berber Alberti, Tüccar Tomaselli, çiçekçi Gholiopoulos, Ortopedist Rosetto, Halıcı Behar, Müzik âletleri satıcısı Karl Kopp, Kitapçı Emil Rosemann, Terzi Leopold Kraus, Gözlükçü Verdoux, Mühendis Alphonse Dufour, Dişçi Edenbourg, Şark Demiryolları Umum Müdürü F.W. Albert, Doktor Balthazar, Avukat Roupen Papazian, Doktor Minedjian, Profesör Peronin, Kuyumcu Antoine Soutis, Mobilyacı Courtessi Biraderler, Ciltçi Alexandre Rocca, Terzi Kamilsopoulos, Kunduracı Marc Aperghis, Terzi Wolf Stein, Tüccar David Stein, Şirket temsilcisi Nicolaus Benisch, Askeri doktor Menahem Hodara.
1912 kayıtlarında Galata Tüneli memuru Theodossis Leylecopoulos’un Küçük Hendek Sokağı 14/3 numarada, istasyon şefi Henri Daston’un ise 25 numarada oturduğu yazılıdır.
Musevilerin büyük bölümü Filistin’de İsrail Devleti kurulduktan sonra gitti…
Rumlar ve Ermeniler ise 1955 yılının meşhur 6-7 Eylül olaylarından sonra mal varlıklarını yok bahasına elden çıkararak can korkusuyla Türkiye’den kaçtılar…
Ermenilerin çoğu Ermenistan’a, Rumların çoğu Yunanistan’a gitti…
İmparatorluk mozayiği çatladı.
“Din devleti” şemsiyesi altında yüzyıllar boyu huzur içinde yaşayan azınlıkların “Laik Türkiye”de yaşayamaz olmaları, ilginç bir çelişki gibi gözüküyor.
Söz 6-7 Eylül Olayları’na gelmişken, birkaç şey söylemeden olmaz…
Yıl 1955…
Kıbrıs gerginliği tüm sıcaklığı ve şiddetiyle devam ediyor…
Başta İstanbul olmak üzere, büyük şehirlerimizde yapılan mitinglerden “Ya taksim, ya ölüm” sloganları ülkeyi inim inim inletiyor.
Yani ülke patlamaya hazır bomba gibi: Patlaması için küçücük bir kıvılcım bile yetecek…
Ne tesadüf: Tam bu sırada bir akşam gazetesinde “Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin Rumlar tarafından bombalandığı” yolunda bir haber çıkıyor…
Kıbrıs meselesinden Rumlara karşı zaten bilenmiş olan halk bu haber de kullanılmak suretiyle kolayca kışkırtılıyor. Bir araya gelip öncelikle Rumlara ait dükkânlara saldırıyorlar. Cana zarar verilmemesi şeklindeki telkinlere rağmen, kalabalıklar hızla kontrolden çıkıyor. Rumların yanı sıra Ermeni ve Musevilere ait evlerle dükkânları da basıyorlar. Tam bir yağmalama yaşanıyor…
Vahşet yaklaşık olarak 9 saat sürüyor. Olay sırasında iki Ortodoks papazla 13 Rum ve bir Ermeni vatandaş hayatını kaybediyor, 32 Rum ağır şekilde yaralanıyor.
Maddi zarar da büyüktür: Rumlara ait 4 bin 348 işyeri, 110 otel, 27 eczane, 23 okul, 21 fabrika, 73 kilise ve mezarlıklar ile 1000'in üzerinde Rumlara ait ev tahrip edilmiştir.
Olaylar durulduktan sonra, zarar-ziyan Türk Hükümeti tarafından tazmin edilmiş, mağdurlara o günün parasıyla 60 milyon Türk Lirası ödenmiştir, ancak bu yara hiç kapanmamıştır.
Vasilya ve ailesi çok sevdikleri Halıcıoğlu’ndaki ahşap evlerinde birkaç yıl daha yaşadılar. Ancak hiçbir şeyin eski tadı, eski tuzu kalmamıştı. Artık ortalıkta pek gözükmüyorlardı. Gözükseler bile hepimize tarifsiz bir ürküntüyle bakıyor, bakışlarında eski sevgi ile yeni kuşku iç içe giriyor, dillendirmekten utandıkları korkularını sadece gözlerinde gösterebiliyorlardı.
Vasilya’nın adını hatırlayamadığım ağabeyi ise eskisi gibi kahveye çıkıp, gürültülü kahkahalar eşliğinde “pişti” oynamıyordu. Kendisine “gâvur” diyenlere, “senin Müslümanlığından ne gördük” diye dalga geçmiyordu.
Boynu bükük kalmıştı…
Sonunda dayanamadılar, onlar da gittiler.
İstanbul bize kaldı…
Ama, Allah için söyler misiniz, İstanbul’dan geriye ne kaldı?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.