Sırası Gelince
Bu günlerde Hayrettin Karaman Hocanın Hatıralarını okudum. Onunla beraber bazı olayları yeniden yaşadım diyebilirim. Çünkü hocanın anlattığı yetmişli yıllardan sonraki olayların eğitim, fikir ve siyasetle alakalı olanlarının içinde sayılırdık. O zamanlar “Nesil” dergisini Kayseri’de bizler getirtir ve dağıtırdık. Hocanın ilim adamlarının ve ilim yolcusu öğrencilerin siyasetle arasını mesafeli tutuşuna şahittik ve haklı da görüyorduk. Hoca, “şimdi okuyun, öğrenin, okul bittikten sonra karar verirsiniz; ya eğitim ve irşat, ya da siyaset yaparsınız” diyordu.
Ama siyasetle yoğun ilişkide olan öğrenciler bunu anlamıyor, “Neden şimdi ve ikisi birden değil? Bunda Müslümanları siyasetten soğutmak veya masonlara uşak etmek hinliği var.” Diyorlardı.
Hatta bazı sevgili kardeşlerimiz bize, “iyisiniz hoşsunuz da, bir de şu adamlara alet olmasanız” diyorlardı.
O zamanlar Hayrettin Karaman Hoca Efendiye siyasiler bu yüzden tavır alırken, Süleyman Efendiye bağlı kardeşlerimiz İmam Hatipli diye, bazı hocalar, yazarlar, cemaatler ve haliyle de seven takipçileri “Müçtehit taslağı”, “mezhepsiz”, “telfikçi”, “mason Abduhçu” diye karşı çıkıyorlardı. Biz de eserlerine ve beyanlarına bakıyor ve hayretler içinde kalıyorduk “bu mücadele niye?” diye…
Bu gün bir başka hatırat okuyordum. Söz, önce okumak, bilgi sahibi olmaktan, sonra iş yapmaktan açılmıştı. Söz sahibi Namık Kemal. Dinleyen Bereketzade İsmail Hakkı. Ondan da nakleden Hüseyin Siret. O da Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendiye anlatırken, yanında bulunan Ali Ulvi Kurucu hatıralarına dercetmiş. Okuyalım efendim:
“Sultan Murat, yani Fatih'in babası, oğlunda, küçük yaşında, fevkalâdelik görmüş. Hususi hocalar tutarak yetiştirmek istemiş. Zamanın âlim, arif, mutemed zatlarından, oğluna ders aldırmaya başlamış.
Bu hoca efendiler arasında bulunan meşhur Molla Güranî ile Fatih arasında geçen bir hâdise benim gözümü korkuttu. "Böy¬le kimselerin tarih-i hayatı nasıl yazılır?" diye endişeye kapıldım.
Şehzadenin hocaları da, bizim halkın evlâdını hocalara tes¬lim ederken dediği gibi: Eti senin, kemiği benim, usulüyle tam salahiyetle ve sahiplenerek Fatih'in talim ve terbiyesiyle meşgul olmaya başlamışlar.
Bir gün Şehzade yatsıdan sonra Molla Güranî'den ders oku¬yup yatmak için odasına çekilmiş. Fakat hocası, gece teheccüd namazına kalktığında, onun odasındaki ışığın yandığım görmüş ve meraklanarak kapısına gitmiş, çalmış.
"Hayırdır iınşaallah şehzadem, rahatsız mısınız?" diye sorun¬ca, Fatih'ten:
“Hayır hocam, iyiyim, uykum gelmedi, ders çalışıyorum." cevabını almış.
“Girebilir miyim?" deyip de “buyurun” denilince, odaya girmiş ve bakmış ki yatağın üzerinde, yerde, rahlesinin üzerinde derse ait olmayan, haritalar, resimler plan gibi şeyler var.
Bunların ne olduğunu sorunca, Fatih; bunun bir sır olarak kalması şartıyla söyleyebileceğini şart koşmuş. Sözü alınca şöyle demiş:
“Hocam, sahabe-i kiramdan beri Müslümanlar tarafından Kostantinapolis kuşatılır da niçin alınmaz? Fethetmek için yapmak lâzımdır? Hatırıma bazı şeyler geldi, onları kaydettim. Plan müsveddeleri yapıyorum”
Bunun üzerine Molla Güranî, der ki: "Şehzadem, Peygamber-i Zîşân'ın müjdelediği 0 mübarek şehri fethedecek kumandanın, talebem olması, benim için de şereftir... Fakat bu fethi müjdeleyen zat, Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemdir. Peygamberdir. Demek ki Allah vahyini tebliğ eden bir insandır.
Binaenaleyh, Allah'ın vahyi ve emri ile hareket eden, konuşan, söyleyen bu büyük insan, cahil bir insanı methetmez.
Mısır, Şam, Yemen, bütün iklimler alındığı gibi, Konstantıniyye şehri de fetholunacaktır ve Onu fetheden ordu ne güzel ordudur ve o ordunun kumandı ne güzel kumandandır...
Câhil bir kumandana, Peygamber-i Zîşan, ne güzel kumandan, demez. Böyle bir kumandan da zaten o fethe muvaffak olamaz.
Demek ki, şehzadem, şimdi ders yerine bu fikir ve planlarla uğraşırsan, tahsilin yarım kalır. Hem ilmin tamam olmaz, hem de fethe nail olamazsın. Onun için, inşallah, şimdi başladığımız dersleri bitirelim, icazetnamelerini al; bu işlere ondan sonra muvaffak olursun."
Hocası Molla Güranî'nin bu âkilâne, arifane, müdebbirane sözleri üzerine, Şehzade Fatih de, karaladığı kâğıtları o kaldırır ve ilim tahsiline devam eder... Sonrası malum…
İşte Molla Güranî'den nakledilen bu hadise, o zatların şahsiyetleri üzerinde yazılacak bir tarihçe-i hayatın güçluğü da benim gözümü korkuttu.'' ( Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar II, 69–70. Kaynak y. İzmir, 2007.)
Zaman o günlerde Molla Gürani’yi, bu günlerde de Hayrettin Karaman’ı haklı çıkardı.
O günlerin haklısı malum, bu günlere gelince, Yaşar Akçakoyun dostumuzun anlattıklarıdır. Bir gün bir sohbette şöyle demişti:
“Sadık Kılıç samimi arkadaşımızdı. Ankara İlahiyata o düz liseden, biz İmam Hatip Lisesinden gelmiştik. Buna rağmen o çok çalıştı, bizi geçti.
Biz sokaklara yazı yazmaya, parti mitinglerine giderdik, o derse çalışır, dil öğrenirdi. “Benim cihadım da böyle olsun” derdi. O tefsirden Profesör oldu, biz sıradan bir öğretmen kaldık. Anladık ki onun cihadı daha mübarekmiş.”
www.cemalnar.com