Hangisi sahte: Belge mi, irtica mı?
Türkiye'nin büyük bir ordusu var. Bu ordunun, dünyada eşi benzeri görülmedik biçimde kendine ait bir "askerî yargısı" var. Bu "askerî yargı"nın savcıları var. Bu savcılar, adlî yargıdaki savcılar gibi bağımsız değiller. Çünkü sicil amirleri olan komutanın emrinde iş görüyorlar.
Askerî yargı, askerlerin askerî sorunları kimseyi karıştırmadan kendi aralarında askerî yöntemlerle ve askerî disiplin içinde çözmelerine yarıyor. Kol kırıldığı zaman "yen"in içinde kalıyor. İki şekilde: Bağımsız ve tarafsız yargının askerî nizamiyeden içeri girmesini önlüyor. Kendisi dışarıya nizam vermek istediği zaman da askerî yargı devreye giriyor. Şemdinli davası birincisine örnekti. Askerî yargı, ipten nasıl adam kurtarıldığını bizlere gösterdi. 28 Şubat'ın meşhur andıçları da başka bir örnek. Genelkurmay ikinci başkanına uzanan bir zincir içinde askerî makamlar bazı gazetecilerin kişilik haklarını ihlâl ettiler. Askerî yargı, tek başına hukuk yolunu kapattı. 28 Şubat Süreci'nde meşhur "Köstebek" olayı, dışarıya nizam verme işinin çarpıcı örneklerinden biri. İçeriği tıpkı gerçek mi, sahte mi diye iki haftadır tartıştığımız belge gibi suç içeren bir darbe örgütlenmesi planı deşifre edildi. Askerî yargı, belgenin içerdiği suçları yargılama konusu yapmadı. Sadece nasıl sızdığını takip etti. Emniyet İstihbarat daire başkanını tutukladı ve yargıladı. Aslında bu olay askerî yargının ne işe yaradığının en somut örneğini teşkil ediyor. Asker kişilerin işlediği suçun üstünü örtmek ve asker kişilerin suçunu ortaya çıkaranları yargılamak. Askerî yargı, bu örneklerin hepsinde hukukun işlemesini önlemek ve asker kişilerin suç işleme ayrıcalığını muhafaza etmek için devreye girdi.
Genelkurmay Başkanı'nın emrinde bir memur olan Genelkurmay askerî savcısı, "İrticayla Mücadele Eylem Planı"nı Genelkurmay'ın hazırlamadığını böylece Genelkurmay'da emir-komuta zinciri içinde bir darbe hazırlığı olmadığına hükmetti. Yani?.. Genelkurmay, Genelkurmay'ı aklamış oldu. Zanlı, kendisi hakkında hükmünü verdi.
Genelkurmay Askerî Savcılığı'nın uzun açıklamasında önemli bir ayrıntı, bu soruya vereceğimiz cevabı da tayin ediyor. Albay Dursun Çiçek, askerî savcılığa ifade veriyor ve ifadenin altına her zamankinden farklı bir imza atıyor. Takipsizlik kararında bu durumun incelenmesine gerek duyulmadığı belirtiliyor. Neden? Albay, neden kendi imzasını atmıyor? Ve savcılık, bu çok önemli noktayı neden es geçiyor? Ali Akkuş'un dünkü Zaman'da sorduğu soruyu tekrarlayalım: "Albay'ın ifadesine farklı imza atması suç değil mi?"
Askerî savcılık, olay hakkında "takipsizlik" kararı veriyor. Yani, Genelkurmay'da böyle bir belge hazırlanmadığına hükmediyor. Dört ayrı kriminal laboratuvardan gelen "benzerlik" raporlarını askerî yargıya taşımaya lüzum görmüyor. Albay'ın farklı imza atmasının üstünü kapatıyor. Sonra da, "belgenin kimler tarafından hazırlandığının belirlenmesi" konusunda "görevsizlik" kararı verip topu adlî yargıya atıyor. Yani, adlî yargıyı "bu belgenin sahteliğini ispatlamakla görevlendirmiş" oluyor. Genelkurmay Karargâhı'nı bir "suç örgütü" olarak afişe eden böyle bir belgeyi hazırlamak neden askerî niteliği olan bir suç değil?
İki haftadır sürdürdüğümüz "belge gerçek mi, sahte mi?" tartışmaları, aslında doğal biçimde irtica tehdidinin "sahte" olduğunu ispatladı. Belgenin sıhhatini tartışırken hiç kimse, belgeye konu olan irticanın gerçekten var olup olmadığını gündeme getirmedi. Gözden kaçan bu hususun üzerinde mutlaka durulmalı. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman'ın "İlker Paşa, hükümeti sessiz sedasız götürecek" sözünü ettiği ses kaydını hatırlayalım. Devlet içinde bir iktidar mücadelesi var. Asker, Ecevit hükümeti de dahil sandıktan gelen bütün iktidarlara kuşkuyla bakıyor. Çünkü kendi iktidarına rakip olarak görüyor. Dizginleri ele geçirmek, daha fazla söz ve iktidar sahibi olmak için bir gerekçeye ihtiyaç var. Kürt sorununun ılımlı bir mevsime girmesi, askerin iktidarına bulacağı bahaneyi teke indirdi. Isıtıp ısıtıp önümüze konulan ve bize zorla yedirilen "irtica tehlikesi".
Askerî savcılığın sahteliğine hükmettiği belgenin bir benzeri 28 Şubat Süreci'nde, yine Genelkurmay Başkanlığı Harekât Dairesi tarafından "Batı Çalışma Konsepti" adıyla kaleme alınmıştı. Bu eylem planı da "Türkiye Cumhuriyeti halihazırda, kuruluşundan bugüne kadarki en büyük irticaî tehdit ile karşı karşıyadır" diye başlıyordu. "En büyük irticaî tehdit" hiç eksik olmadı. 27 Nisan e-muhtırasını hatırlayalım. "Cumhurbaşkanı, Abdullah Gül olmasın" gayreti, Kutlu Doğum Haftası faaliyetleri "irtica tehdidi" şeklinde tanımlanarak gerekçelendirilmişti. Madde madde sayılan bu irtica iddialarının hiçbirinin kanıtlanamadığını da unutmayalım. Taraf'ın kamuoyuna taşıdığı Lahikalardaki irtica tehdidi böyleydi. Genelkurmay'ın hükümeti "irticaî faaliyetlere zemin hazırlamakla" suçladığı yine Taraf'ın geçen sene 20 Haziran'da yayımladığı "Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı" başlıklı belge de öyle.
Bu belgelerden hiçbiri askerî savcılık tarafından soruşturmaya konu edilmedi. Hiçbiri yalanlanmadı. Genelkurmay, bu son olayda bütün gücü ile belgenin sahte olduğunu ispatlamaya çalışırken, farkında olmadan "irtica tehdidi"nin de sahte bir tehlike olduğunu bize göstermiş oldu.
Belge tartışmalarının bize gösterdiği daha önemli bir şey var. Ordumuz siyasete müdahale faaliyetlerini artık eskisi gibi sevk ve idare edemiyor. Soğuk Savaş döneminden kalma ilkel psikolojik harekât teknikleri, entrika ve komplo taktikleri artık çalışmıyor. İdeolojileri tasnif etmeyi bile beceremeyen bir karargâhın, bütün vatandaşları siyasî görüşlerine göre fişlemeye kalkması kendisi için tam bir felaket. Ortaya çıkan krizleri yönetemiyor. İktidarı ve muhalefeti ile demokratik iradenin TSK'yı bu yükten kurtarması ve aslî görevine yönlendirmesi lâzım. Bunun için köklü bir dış güvenlik reformuna ihtiyaç var. Sayıları 12'den 24'e çıkartılan Seferberlik Bölge Başkanlıkları, EMASYA planları gibi silahlı gücü bir türlü analiz edemediği toplumun içine sokan işgüzarlıkların toptan kalkması şart. En önemlisi de, Ergenekon soruşturmasının sağlıklı bir şekilde sonuçlandırılması lâzım. Yine de kazançlıyız. Hiç olmazsa irticanın sahte bir tehlike olduğunu anlamış olduk.