İnançsız filozof da olsa, cahil ve kördür!
Yalnız maddî / fen ilimlerinde uzman olup maneviyattan haberi olmayanlar, her ne kadar “ilmî titr ve paye” sahibi iseler de, gerçekte cahildirler. Bu, abartılı bir ifade gibi gelebilir. “Filozoflar, fen veya sosyal ilimlerde profesör olanlar nasıl cahil olur ve inkâr eder?” diye düşünülebilir.
Ne var ki, meselenin püf noktası yakalandığında kesinlikle böyle oldukları görülecektir. Bu husus genel bir prensiptir: Bir ilimde uzman, âlim olan, diğerinde gabi, cahildir. Fizikçi tıptan, kimyager istatistikçi fenninden; makine mühendisi ziraatten, sosyolog edebiyattan, psikolog mimarî veya tarihten anlamaz! İstisnalar kaideyi bozmaz! Bu normal bir durumdur. Hepimiz öyle değil miyiz? Mesleğimizin uzmanı iken, diğer mesleklerin cahiliyiz. Herkes, kendi branşında otorite olabilirken; başka dalların ve mesleklerin yabancısıdır.
Her ne kadar iman ve özellikle tevhid, fen ilimlerinin de şahadetiyle sabit ise de; manevî ilimler girerler. Madde ile uğraşan, veya madde de boğulanlar maneviyatta kördür; gerçeği göremez! Meseleye şu örnek penceresinden bakabiliriz:
Sosyal veya fen ilimlerinden herhangi birisinden bahseden bir kitap düşününüz. Yazarını, konusunu, mahiyetini, içindeki hakikatleri bilmeyen; eni, boyu, sayfa adedi, paragraf sayısı, yazı karakteri gibi maddî ve şekli yönünde uzman dahi olsa; bu bilim / ilim değildir. Belki feyizsiz, kuru ve ruhsuz bir bilgidir. Ki, ilim sahibi olmayan birisi, bir cetvelle ölçer, biçer, bu hususları ortaya koyabilir. Bu perspektiften bakıldığında; kâinat kitabını inceleyen, “kim yazmış ve niçin yazmış, kitabın anlamı nedir?” sorularını hiç düşünmeden; fizikî-kimyevî veya biyolojik yönlerini ortaya koysa da aslında bu gerçek bilim değil, cehalettir! Dolayısıyla gen ilimlerinde mesafe katedip, maneviyattan haberdar olmayan her bilgi sahibi ilim ehli değildir. İnançsız, maneviyatsız bir ilim adamı aslında ölüdür! Dolayısıyla, kâinat kitabının maddî boyutlarını ele alıp, yaratılış gaye, hikmet ve sebeplerini araştırmamak, iç yüzünü okuyamamak, hikmet dilini çözememek, sentez yapamamak bir cehalettir. Bu hakikati, 20. yüzyılın büyük âlimi, fizikçisi ve filozofu Albert Einstein (1879-1955), şöyle ifade eder:
Duyabileceğimiz en güzel ve en derin heyecan mistik heyecandır. Bütün hakikî ilim bundan çıkar. Gönülden gelen manevî heyecanı tanımayan, yaratılmış tabiat karşısında hayrete düşmeyen ve bu mükemmelliği, muhteşemliği yaratan Allah’ın huzurunda huşu ile eğilmeyen kimsenin ölüden farkı yoktur. Bizim sınırlı aklımızla anlayamadığımız, gözlerimizle görme kudretinden mahrum bulunduğumuz şeyin gerçekten var olduğunu, parlak bir güzellik halinde kendini gösterdiğini bilmek, işte hakikî dindarlığın temelinde bu bilgi ve bu duygu vardır. 1
İnkârcıların bakış açısı gerçek, harfi, mistik, ilmî bir bakış değil, belki ismi bir bakıştır. Mânâ-î ismî ile bakış; bir şeyin sadece kendisini bilip tanımak, eşya ve hadiselere maddî cephelerinden, sathî, üstünkörü, kendi hesabına, tek yönlü bakmaktır. Diğer bir ifadeyle varlığı, maddî, dünyevî boyutuyla algılamak, nefsî çıkarlar açısından görmektir.
Oysa, her şeye Harfî bakılırsa, san’atkârı, ustası görülür. Harfi bakış, bir şeyin kendisini değil, başka şeyleri tanıttığı, bildirdiği mânâdır. Yani, anlamını, sahibini, ustasını, kâtibini, yazarını, san’atkârını gösteren, bildiren, tarif eden bakıştır. Bu bakış; harflerin, kelimelerin şekli ve renginden önce, anlamını görür. Bir san’at eserine, “Nasıl yapılmış, neden yapılmış?” diye bakılırsa; madde, şekil ve görüntünün dar kalıplarının ötesine geçilemez. “Kim yapmış, niçin yapmış, ne anlatmak istemiş ve hangi mesajı vermek istiyor?” sorularına da niyet edip bakarsınız; bilginiz, ufkunuz pek çok âlemlere açılır.
İşte, “mânâ-yı harfî”, Cenâb-ı Hakk’ın yaratmış olduğu şu koca kâinat kitabına, O’nun hesabına bakmak; niçin yazmış, neler yazmış olduğunu anlamak ve anlamlandırmaktır.
Eğer kâinata harfî bakışla, Cenâb-ı Hakk’ın azametini, büyüklüğünü gösteren bir âlet nazarıyla bakılırsa, o oranda kıymetli olur. Meselâ, bir resim Ahmet Hamdi, Leonardo da Vinci veya Picasso’ya dayansa, bir tespih tarihî şahsiyetlere isnat edilse, değeri yüz milyarlarca liralarla ifade edilir. Belki aynı değerde bir resim veya antika eser; eğer, bir ressama isnat edilmezse, kıymeti hiç hükmündedir. Altın değerini, aynı zamanda kuyumcunun bütün incelikleriyle san’atını onun üstünde uygulamasından alır.
Yarın “Uzayda canlılar (ufolar) veya şuurlu, akıllı varlıklar var mı?” sorusunun cevabını bulmaya çalışalım.
Dipnot:
1. Saliha Şahan, Büyük Hayatlar, s. 84-85.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.