Doğu Türkistan hakkında konuşamayacak üç kişi
Yüz yıllardır bütün dünyanın seyrettiği; ağıtlı, kanlı, ıstıraplı, çileli, çaresiz, kimsesiz, yalnız, hem de yapayalnız, ellerini uzatsalar, ellerinden tutacak el olmayan, dilleriyle söyleseler, dillerine dille cevap verecek kimseleri bulunmayan, sadece inandıkları değerlerle ayakta kalabilen Doğu Türkistan, alev alev. Yanan yürekler, öldürülen bebekler, cenaze namazları bile kılınmayan Müslümanlar.
Ne yürek dayanır bu acıya, ne ciğer. Ne kalp tahammül eder, ne vicdan. Hangi dilden, dinden, ırktan olursa olsun, içinde mercimek kadar “insani duygu” taşıyan hiç kimse, Doğu Türkistan zulmüne kayıtsız ve sessiz kalamaz. Hiç olmazsa öksürür ve tarafını belirler.
Bu anlamda Türkiye olarak yine âlicenaplığımızı, vefamızı, sadakatimizi, imanımızın ve vicdanımızın sesini yükselttik ve dünyaya duyurduk, duyurmaya da devam ediyoruz. Zerre iman kırıntısına sahip herkes, tek ses ve tek yürek olarak tepkisini ortaya koydu ve koymaya devam ediyor. Kimi sesleri duyabiliyor, kimi sesleri duyamıyoruz ama yürekler aynı acı için çırpınıp duruyor. Bunu biliyor ve öyle inanıyoruz.
Yazının başlığındaki üç kişi hakkında iki Doğu Türkistanlı kardeşimizin yaşadıklarını nakletmek istiyorum. “Doğu Türkistan hakkında konuşamayacak üç kişi kimlerdir?”
Birincisi; Bülent Ecevit’tir. Öldü gitti, zaten konuşamaz. Doğu Türkistan’ı Çinlilere yem eden adamlardan biridir.
İkincisi; Mesut Yılmaz’dır. O da akıllılık ederek konuşmuyor. Konuşmamasında da fayda var. Ne yaptığını biliyor ve siyasi hayatının nasıl sona erdiğini idrak edecek kadar zeki.
Üçüncüsü; Devlet Bahçeli’dir. Bahçeli’nin konuşması “bu acıya acı sos” olmaktan öte gitmiyor. Ve adam çıkıp, iktidarı eleştirebiliyor. Doğrusu çok siyasetçi tanıdım ama böylesine pişkin bir siyasetçi az bulunur.
Şimdi yaşadığım hikâyeyi anlatayım. Beş yıl önce bir Ramazan günü İstanbul’dan Pakistan’a gidiyordum. Uçak iftara beş dakika kala havalandı ve gökyüzünde güneş tamamen kaybolunca iftarlarımızı açtık. Fizyolojik yapılarından Özbek ya da Uygur Türkü olduklarını tahmin ettiğim iki kişi, yan koltukta oturuyor ve kendi hallerinde iftar ediyorlardı.
Yemeklerini yedikten sonra iletişim kurmak istedim ve harekete geçtim. Fakat her ikisi de öyle temkinli ve inatçı davranıyorlardı ki, asla muhatap olmuyorlardı. Oysa ben diyalog kurmak ve kaynaşmak istiyordum.
Onlar susma inatlarını sürdürdüler ben de konuşma inadımı sürdürdüm. İlerleyen saatlerin sonunda kazanan ben oldum. Biraz yaşlıca olanın omzuna elimi koyarak, “Kardeş olduğumuzu ve neden konuşmaya çekindiklerini” sordum.
Yarı Türkçesiyle ya da benim anlayabileceğim şekilde, “Türkiye’ye küskün olduklarını, yıllar önce kardeş Türkiye’nin kendilerini Çin yönetimine kurban ettiğini söylediler. Adamcağızın omzundan elimi çekemedim, öylece kalakaldım. Yüzüm kızardı bozardı, içim bir tuhaf oldu, ne diyeceğimi bilemedim.
Üçlü koltuğa oturup her ikisini yanıma aldım ve “Konuşmak mecburiyetindeyiz. Birbirimizi anlamak zorundayız, böyle kardeşlik olmaz. Küslük, dargınlık, hiçbir problemimizi halletmez. Konuşmazsak anlaşamayız, anlaşamazsak kavga eder dururuz. İnsanlar konuşma ve anlaşma fıtratı üzerine yaratılmıştır, hayvanlardan bizi ayıran özelliğimiz budur” dedim ve hikâyelerini duymak istediğimi söyledim.
Önce uzun uzun birbirlerine baktılar. Sonra “Sen anlat” dercesine gözler kıpraştı, dudaklar hareketlendi fakat her ikisinin de ağzını bıçak açmıyordu. Bir türlü anlatmaya yanaşmıyorlardı. Ben de kendi kendime içimden;
“Niye bu kadar korkuyorlar, Onlar Doğu Türkistan’a gidecek, ben Pakistan’da kalacağım niye bu endişe acaba” diye sorguluyordum.
Sonuç itibariyle konuşturdum, hikâyelerini dinledim. Meşakkatli yolculuklarını ve Türkiye’den hangi sebeple vize alamadıklarını ve neden döndüklerini anlattılar. Türkiye’den sınır dışı edilmelerine sebep olarak; Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Devlet Bahçeli hükümetinin, geçmişte Çin’e verdiği tavizler yüzünden olduğunu söylediler. Yaşadıkları maceralar yarına.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.