Yürek kapısı ve bir yazım hakkında
Bilinen bir hikâye ile yazıya başlamak istiyorum...
19’uncu yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt (1827-1910), sanat çevrelerinin dört gözle beklediği sergisini Londra Kraliyet Akademisi’nde nihayet açmıştı...
Sanatseverler akın akın ziyarete başladılar... Hunt’ın tablolarının arasında gerçekten de kendi zamanını aşan örnekler vardı. Hayatı sanatla bütünleyenler sergiye bir kere gitmekle kalmıyor, defalarca ziyaret ediyorlardı.
Özellikle de “Evrenin Işığı” adını taşıyan tablo harikaydı. Detaya boğulmamış, ay ışığı ve gece renkleri fevkalade büyük bir ustalıkla kullanılmıştı.
Tabloda bir bahçe ve filozof kılıklı bir adam görünüyordu. Filozof kılıklı adamın elinde bir fener vardı... Adam kapıyı çalmış da içeriden cevap bekler gibi öne eğilmişti.
Bir ara genç eleştirmenlerden biri tabloya yaklaştı. Dikkatle inceledi... Kendine çok güvenmesine, bu işten en iyi anladığına dair övünmesine rağmen, tablonun sırrını çözememişti...
Acaba neden bu tablonun adı “Evrenin Işığı”ydı?..
Gündüz gözü, elinde fenerle “adam” arayan Romen Diyojen’i andıran filozof kılıklı ihtiyar, kapının önünde ne arıyordu?..
İşin içinden çıkamayınca ressamına sormaya karar verdi. Alaycı bir sesle:
“Mister Hunt” dedi, “doğrusu çok güzel bir tablo yapmışsınız, ama dostum bu tablonun anlamlı olması için daha üzerinde çalışmanız gerekiyor.”
Meşhur ressam saygısızca sırıtan eleştirmene küçümseyen bakışlarla sordu: “Neden?”
Eleştirmen, kendinden son derece emin cevap verdi: “Çünkü, kapıya kol çizmeyi unutmuşsunuz. Kapı kolu olmadan içeri girilemez ki...”
Hunt gülümsedi: “O kapı sıradan bir evin kapısı değil ki” dedi, “o bir yürek kapısıdır. Yürek kapıları sadece içeriden açılabilir. Bu yüzden kapıya kol çizmedim.”
Artık yürek kapıları tekmelenerek açılıyor!
•
Eski dönemin köşe yazarları salt siyaset değil, ondan daha sık sanat yazarlar, edebiyat yazarlar, ilim yazarlar, zaman zaman da şiir eleştirisi filan yaparlardı.
Kalpleri sanat ve edebiyatın ılık ikliminde yumuşadığı için, kabuk bağlamazdı.
Dolayısıyla polemikleri seviyeli olurdu.
Bu “polemik”lerden hem insan bir şeyler öğrenir, hem de tarafların nezaketine hayran kalırdı. (Misal: Peyami Safa-Nazım Hikmet polemikleri).
Yeni dönemin yazarları siyasetten başka bir şey yazmıyor. Ve Türkiye’mizde siyaset rüzgârları öyle sert esiyor ki, ister istemez kadın yazarlar bile sertleşip “erkeksi”leşiyorlar.
“Erkeksi”leştikçe de kavganın envai çeşidini yapıyorlar...
Tabiatıyla ortada “nezaket” denen “zarafet”ten eser kalmıyor; “polemik”ler hızla “kayıkçı kavgası”na dönüşüyor.
“Bu yazı bir yakınmadır” başlıklı yazımda da söylediğim gibi, bendeniz bu türden bir “polemikçi” değilim. Şuna-buna lâf yetiştirmekten daha önemli işlerim var.
Zaten (Karadenizli olmama rağmen) kavga etmeyi de hiç sevmem...
Bağıra-çığıra kimseyi kendime inandıramayacağımı bilecek yaştayım.
Sadece düşüncelerimi açıklarım. Bunu da üslubuma dikkat ederek yapmaya çalışırım.
Buna rağmen zaman zaman kantarın topuzu kaçar, üslup sertleşir. Söylenmemesi gerekenler söylenmiş olur. Yürek kapıları kırılır!
Böyle yazıları, ne kadar büyük bir emekle yazmış olursam olayım, yayınlamamayı tercih ederim.
“Bu yazı bir yakınmadır” başlıklı yazım, yayınlamamayı tercih ettiğim yazılardandı. Bu yüzden aylardır bilgisayarımda bekliyordu. Ne olmuşsa olmuş, yanlışlıkla gazeteye gitmiş ve yayınlanmış.
Haddi aşmışım. Niyetim o olmadığı halde kırıp dökmüşüm.
Amacım kırıp dökmek değildi.
Ne kimseyi kırıp dökmek, ne de kimseye yaranmak derdindeyim! Kırk yıla yaklaşan gazetecilik hayatım boyunca ne iktidara hulûs çekmişim, ne devlete, ne de herhangi bir patrona, yahut camiaya. Daima burnumun doğrusuna gittim. Fikri hür, vicdanı hür bir yazarım. Hata edebilirim, ama kalemimi ne satar, ne de kiralarım! Ben Karadenizliyim, burnumun doğrusuna gitmeyi severim.
“Gereksiz sahne” alanların beni gereksiz sahne almakla suçlamamaları lâzım, ancak her şeyin şirazesinden çıktığı bir ortamda bunu hatırlatmak bile yersiz sanırım.
Adı geçen yazımda maksadı aşan ifadeler için Allah’tan af, muhataplardan özür diliyorum. Karşılığında imansızlıkla suçlanmam ise sanırım özür bekleme hakkını bana veriyor. Ne kimsenin imanını sorgulamaya (aslında duruşunu da.. ama nasıl olduysa işte...) hakkım var, ne de kimseye imanımı sorgulatırım.
Bu konu benim açımdan burada kapanmıştır.
•
Benim derdim yürek kapılarını kırmak değil, içeriden açılmasını beklemektir.
Önemli olan, “Verdi adamın ağzının payını, bravo!..” dedirtmek mi, yoksa önünde yürek kapılarının açılışını izlemek mi?
Şu kadarını biliyorum ki, elâleme haddini bildirmek için dünyaya gönderilmedim, haddimi bilmek için gönderildim! Bunun gerisi zühuldür.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.