Alınteridir bu arkadaş!
“Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş
Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş…”
Sezin Dilipak benim arkadaşımdır. Siz onu ve diğer Tıp’çı arkadaşlarını, 1997’de başlattıkları “Beyaz Yürüyüş”ten tanıyorsunuz. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğrencileriydi onlar… 28 Şubat’ın en fırtınalı günlerinde filizkıran fırtınasına tutulmuş kızlardan sadece birisiydi Sezin.. Gözaltılar, mahkemeler, barikatlar, tanklarla panzerlerle çevrilmiş okullar, liselere gönderilen keskin nişancılar, okulların penceresinden atlayarak kordonu yarmaya çalışan kız öğrenciler, derslere girmek için okula geldi diye bileklerinden kelepçelenen orta okullular… Joplar havada uçuşurken kimin sırtında patlayacağını bilemeden bir karakoldan diğerine koştuğumuz halde yetişemediğimiz o günler, avukat olduğumuz halde çocuklarla beraber gözaltına alınışlarımız… Tentürdiyot kokusu, acil servis, açılmış kaşlar, dağılmış çeneler, kırık kollar… Niye? Hiç… Okula ve derse girmek istiyorum. Giremezsin örtülüsün. Girerim, burası benim okulum ve benim ülkem… Okul-Ülke-Okul-Ülke-Okul-Ülke…
Sezincim işte 28 Şubat’ın o hâki renkli günlerinde, ülkemizi de okullarımızı da bize dar etmişler, hayatı burnumuzdan fitil fitil getirmişlerdi değil mi? Ama sizler, Tıp Fakülteli öğrenciler, muhteşem bir direnişi başlatmıştınız. Tüm Türkiye’yi şehir şehir gezip, yaşadığınız haksızlıkları halkımıza anlatmak ve onların desteği, duasıyla yurdu baştan başa uyandırmaktı yaptığınız. Büyük ve uzun ve beyaz bir yürüyüş… İstanbul’dan başlayıp tüm yurdu sarmıştı… “El Ele Günü” ne muhteşemdi. Bir öğrenci hareketiyken, halk hareketine, toplumsal bilince dönüşmesiydi bu hukuk arayışımızın. “Ne istiyoruz?”/ “Hürriyet!”/ “Ne Zaman?”/ “Hemen Şimdi!”… Kalabalığın gürül gürül söylediği bir paralo gibiydi değil mi Sezin? Hepimiz el ele tutuşmuştuk… Hukuksuzlukla mücadelede el ele, gönül gönüle verip direneceğimizin anlamını taşıyordu bu… Direndik değil mi Sezin?
Sonra tank paletleri üzerimizden geçti… İnsanlar işlerinden atıldı, insanlar okullarından kovuldu. Büyük bir göç başladı ardından. Sırt çantasına alelacele bir şeyler koyup tren, gemi, uçak ne bulursa binip gitmeye başladı kuşlar, nizami veya kaçak kaçışlar… O Eylül ayını hiç unutmuyorum. Ben 1997’den sonra Eylül aylarında göğe hiç bakmıyorum biliyor musun Sezincim? Belki bir leylek görürüm, belki bir allı turna da göçmen arkadaşlarımın sızısı saplanır içime diye… Eylül ayında göğe bakmam ben hâlâ… Gidiyordunuz işte… Sığamamıştınız şu cennet vatana. Sığmamıştık hiç birimiz… Sen, yanılmıyorsam son sınıftaydın, bir iki stajın kalmıştı intern hekim olacaktın. Almıyorlardı okullarımıza işte. Bir gün omuzlarınızdan tutarak sizi elebaşılar olduğunuz gerekçesiyle Emniyet’e çektiler. İçeride Baba Dilipak, Ekrem Kızıltaş, Ahmet Taşgetiren gibi yazarlar da vardı. Bu sorgu gecesi senin için yeni bir tanışma döneminin başlangıcıydı. Çünkü “suç ortağın”, “çete arkadaşın” Abdurrahman Dilipak’ın oğlu Osman da aynı geminin tayfalarındandı… İki tayfa evlendiniz… Ne oldu yani? Sırt çantaları birken, iki oldu. Yasakların olmadığı yerleri aradınız. Azerbaycan, Viyana, en son Dubai…
……………
Sezin gibi pek çok öğrenci, 28 Şubat sürecinde başörtülü olduğu gerekçesiyle üniversiteden atıldı, iş bulamadık, iş sahibi olanlarınsa işine son verildi, ama hayatı bir şekilde devam ettirmek için yılmadan usanmadan koşuyoruz işte. Aslında mimar olduğu halde terzilik yapan, iktisat tarihinden doktora verdiği halde çocuk bakıcısı olan, ilahiyatçı ama servis şoförlüğü yapan, diş hekimi ama çiftçilikle geçimini sağlayan, yargıçken pazarlarda tezgah açmak zorunda kalan arkadaşlarım var benim… Sezin Dilipak bunlardan sadece birisi…
Ayşe Arman adlı gazeteci, “devrimci değil aşçı” olarak tarif ettiği Sezin’in Tıp Fakültesini niçin son sınıfta bıraktığını neden sormuyor acaba? Yani her şey çarşafa girip diskotek diskotek gezmeye benzemiyor. Bir kere de aynı çarşafla tıp fakültesine falan girmeyi denese mesela? Yok. Ayşe Hanım’ın bilmediği bir şey daha var; devrimcilikle aşçılığın aslında birbirine zıt değil, birbirini destekleyen şeyler olduğuyla ilgili… Fırıncıların bedava ekmek dağıtarak devrimcileri desteklediği 1876 Fransa’sından beri gündemdedir bu iş misal. O kadar kasmaya gerek yok, modern kadın yemek yapmayı bilmez, parya kısmının işidir şu aşçılık falan gibilerinden kolaycılığaysa hiç!.. Zenci hareketinin başlatıcılarından dünya çapında direnişçi Rahmetlik Rosa Parks, vefat etmeden evvel harika bir milk-shake tarifi göndermişti bizim yazışma grubumuza mesela. Sonra Gazze’deki öğretmen Aliye Cafer Hanım, son kuşatmada evinin altında kalarak ölmeden evvel yollayabildiği mailinde şöyle diyordu: “Dostum Sibel, kuşatma bitsin ilk işim bir fırın açmak olacak, çocuklar üç günden beri aç, ekmek kokusu geliyor burnumuza, evet kesin bir fırın açmam gerekli, çocukları oyalamak için bu fırın hayalini konuşuyoruz. Sana ve arkadaşlarına burada lazım olan battaniye, pil, sargı bezi ve pamuk gibi ihtiyaçlarımızı listeliyorum. İşgalden sonra birlikte ekmek pişirmek dileğiyle…”
Hayata bağlılığın ve direncin türlü yolları var. Ama hiç biri kolay değildir, yani çaba ister hem hayat hem direniş…
Ahmet Hakan ve Ayşe Arman’ın defaatle şahsım üzerinden “demode” bulduklarını dile getirdikleri şey de böyle… Onların geçiştirdikleri kadar kolay değildir işler oysa. Yani bahsettikleri şey “hayat”tır… Ve biz o hayata çok önem veriyoruz, hayatın binbir keder ve zorluk içinde de olsa onurlu bir duruş gerektirdiğini, bunun bedel istediğini, bu bedel için cesur olmak gerektiğini de biliyoruz… Bu, elbette emek ister, alınteri ister, çalışkanlık bekler… Beden veya zeka gibi sergilenmesi kolay işlerden değildir ne devrimcilik ne de aşçılık… Ciddi emek ister, sabır ister, bedel ister, yürek ister, alınteriyle beslenir…
“Arkadaş” şiirini ne güzel yazmış Şanar Yurdatapan değil mi Sezincim?
“Ortak olmak her sevince, her derde, kedere
Ve yürümek ömür boyu, beraberce, el ele
Olmasın hiç o tâ içten gülen gözlerde yaş
Bir gün gelip, ayrılsak bile seninle arkadaş”…