Resim ve Red...
“Sanki benim mor sümbüllü bağım var
Zemheri ayında canım gül ister benden”
Aramızdan hiç olmazsa birinin sanatını icra edebileceği bir mekanı oldu: Ressam Hülya Aktaş’ın, iğneyle kuyu kazar gibi, sabırla yol aldığı yolların sonu “mor sümbüllü bağa” vardı... Gerçi yedi sekiz katlı bir binanın çatı katında... Küçücük bir resim atelyesi... Ama sadece Hülya için değil hepimiz için de önemli... Açık denizde yıllardır görmeyi beklediğimiz bir “ada” gibi bu resim atelyesi... “Kara göründü!”
Hülya Aktaş, şair Ümit Aktaş’ın eşi... Aynı aileden yazar Cihan Aktaş’ı, yazar Hülya Aktaş’ı ve şair Aynur Aktaş’ı da tanıyorsunuz... Ama hepsi de yazı işiyle uğraşan ailenin içindeki tek ressamdan söz edeceğim ben: Hülya Aktaş...
Hülya’yı benim nazarımda önemli kılan en baş özelliği, resim gibi doğu/batı geriliminde, ebedi mağlup ilan edilmiş “doğu”ların içinden süzülen bir isim olması her şeyden önce... Alaylı değil, mektepli, Akademi’den mezun olmuş, klasik tezyinat sanatlarından çok, modern sanatın talebesi...
Resim ve Red arasındaki bağdan konuşmaya başlar Salih Mirzabeyoğlu, söz açıldığında... Resim’ler ve Red’ler...
Mimari, marangozluk veya heykeltıraşlığa göre nispeten daha korunaklı bir alanı var resmin... Yazı ise; her halükarda sanatlar arasında içine siyasetin en fazla sinişebileceği bir iktidar alanıyken, sanatlar dünyasındaki zirve, tabii ki musikinin... Dünyadan ne kadar arınıp, harflerin sınırlılığından ne kadar azade kalabilirseniz, o kadar daha yaklaşıyorsunuz tanrısal olana, ruha ve saf güzelliğe... Resim, harfsiz ve sessiz haliyle, sanatlar galerisinde, musikinin hemen alt sınırlarında bir yerlerde... Ne olursa olsun, yazıdan yüksekte... Yerçekimine ne kadar çok karşı koyabiliyorsanız, o kadar daha özgürleşiyorsunuz...
Tüm bunların yanı sıra, ressamlar dünyasının çok politik ve açık sert bir tavrı da var... İslami kesime, sanat dolayımında en sıkı kapatılan kapılar resim odalarında... Hele başı örtülü bir ressam için odalar, kırk bir kere kilitli gibi... Zira sadece seküler alışkanlıklar değil, kapıları onlara örtenler... Geleneksel refleksler içinde de, resim çok tekin bulunmayan bir arkeoloji üstünden tanınıyor... Lat, Uzza, Menat gibi eski ve tanıdık düşmanları çağrıştırıyor resim hâlâ zihinlere... Neuzubillah, marazalı işlerden kabul ediliyor resim... Belki bu bilinçaltı yüzünden; daha çok, hat yazımı, tezhib süslemeciliği, ebru veya en fazla minyatüre kadar genişleyebilen sınırlı sayıda tecrübelerimiz üzerinden yükselmiş plastik sanatlar dünyamız... Resim, doğuların üvey evladı gibi...
Dolayısıyla Müslüman bir ressamın her şeyden önce, inançlı, sevdalı ve sabırlı olması gerekiyor... Zemheri ayında gül yetiştirmek gibi bir şey bu... Mor sümbüllü bağ için, kırklarca kere yanıp, kırklarca kere sönmek gerek, kolay değil...
Hülya’nın, suretler üzerindeki o gergin arayışında, uzun yıllara bağlanmış ipince bir ip üstünde maharetle yürüdüğünü düşünüyorum. Onun sanat serüveni; bana Cennetle Cehennem üzerine gerilmiş Sırat Köprüsünü hatırlatıyor her nedense... Düşmemesi gerekiyor, bu yüzden her anı uyanık, her anı diri ve sürekli vicdan muhasebesi içinde arıyor renklerini...
“Bunlar benim renklerim” diyor, mavi ve yeşilin perde perde iç içe geçiştiği varyantlar arasından... Ben nedense onun her resmine baktığımda, kuş kanatları ve uçuşan örtüler görüyorum, her nedense her resminde biraz kendini çizmiş gibi geliyor bana...
“Ferhat ile Şirin” ismini verdiği tablo mesela... “Şirin nerede bu resimde?” diyorum bana cevap vermiyor, susuyor. Önce bir sürahi içinde birkaç çiçek, ardında bir pencere ve içeride ellerini sema yapar gibi göğe kaldırmış, başı yana düşük olduğu için Ferhat olduğunu hemen anladığım bir silüet. Şirin nerede? Bu resim, bakıcısını Şirin olmaya davet eden bir soru taşıyor benim için. Şirin’i çizmemiş ressam. Şirin, aşka bakarken bile, baktığıyla arasına binlerce mesafe koyan bir isim oluyor bu tuvalde... Bir çiçeğin ardından gizlenerek baktığı o loş pencerenin ardındaki, Ferhat’ın ancak bir mum gibi titreyen o solgun ve kederli varlığını ağlayarak, gizli gizli seyreden... Gizli gizli bakan, ortaya çıkmayan, biraz utangaç, biraz kederli, biraz yenilmiş, biraz kaybetmiş, bu yüzden dokunmayan, el değdirmeyen, uzaktan seven... “Uzaktan sevmek”... Doğulara has bir tabir. Hülya’nın bütün resimlerindeki o ince hicab titreyişinin manası...
Suretin sığ sınırlarını aşarak, “yüz”ün ötesini arayan bir yürüyüş bu... Atelyede başı örtülü ve örtüsüz öğrencileriyle de tanışıyorum, her biri de ustalarının izinde, çalışkanlıkla işliyorlar tablolarını... Duvarda asılı bir kara kalem desen çalışmasına takılıyorum. Akademideki ilk günlerinde çalışılmış bir desen... Niçin dizlerine kadar çizmiş figürü? “Serbest bakış” ruhsatı, dizlere kadar olduğu için mi acaba? Modele ve tüm suretlere kendi malıymış gibi, istediği gibi davranabilen ressamların hayatıyla dolu oysa kütüphanelerimiz... Hülya, ele geçirmek için, sahip olmak için bakmıyor ama... Onun gözleri, Şirin’in herkesten gizlediği gözleri kadar sessiz... Gizem ve aşk, ancak böyle çizilebilir herhalde diyorum; görünmediği halde görünmek... Nazar etmek... Hülya Aktaş, gözün değil nazarın tarafında...
Her Perşembe, küçük kuşlar, ekmek ve simit yemeye geliyorlar atelyeye... “Süleyman kuş dilin bilür dediler/ Süleyman var Süleyman’dan içerü”...
İçeri, içeri, daha içeri diyor Ressam Hülya Aktaş...