Al sana 'Vatan', al sana 'Millet', al sana 'Sakarya'!..
İşte size, bir “Vatan-Millet-Sakarya” hikâyesi!..
Ercan Arslaner, fevkalade “vatansever” bir eğitimcimizdir.
Bu, kendisini “sakıncalı” kılan özelliklerinden biridir… Diğerlerini sıralamak gerekirse: Dürüst, namuslu, dindar, ailece mesture…
Bu kadar “sakınca yetmedi mi?.. Eee bir de: “İşinin ehli..”
Şunu söyleyebilirim ki; Almanca'ya onun kadar vâkıf Türkiyeli çok çok azdır. Düşünebiliyor musunuz; öSYM’nin dört ayrı sınavında “Almanca sorularından bazılarının yanlış olduğunu” tespit eden.. Bunların her biri için Türk Dil Kurumu’na başvuran.. Hataların “ikisini” tasdik ettiren, ikisi için de cevap beklemekte olan bir Hoca!..
Yeri ve zamanı geldikçe; Milli Eğitim’e ne gibi raporlar sunduğunu, hangi girişimlerde bulunduğunu anlatırız.. Lâkin şimdi gündemimizde “Küstah monşerler” var..
Şu yurtdışına (sözüm ona) ‘bizi temsil etsinler’ diye gönderilen heriflerin, son zamanlarda neler zırvaladıklarını izliyorsunuz.
“Başörtüsünden iğreniyorlar”mış!..
Namuzsuz herifler!..
“Başörtüsünü içlerine sindiremiyorlar”mış!..
Alçaklar!.. Zibidiler!..
“Şemsi Paşa Pasajı'nda sesi büzüşesiceler!..”
Monşerim, belâlım: Oralarda, ülkemin-milletimin menfaatlerini ilgilendiren “netameli” bir konu olduğunda kılını kıpırdatmazsın…
Mesela; “Sırpça, Rumca, Ermenice”nin filan cirit attığı devlet televizyonunda, Türkçe yayın yapılması için teşebbüse geçmeyi, Türkiye’yi töhmet altında bırakan haberleri tekzip etmeyi düşünmezsin…
Gurbetçi sivil toplum örgütlerinin “Haklarımıza sahip çıkın” çağrılarına kulak vermezsin…
Arada sırada, üç-beş vatandaşımızla bir araya gelmeye tenezzül buyurduğunda ise; Seni, karın ve çocuklarınla birlikte besleyen asil gurbetçiye fırça çekersin!.. Sen… Kimsin!.. Kimsin!..
Bak sinirlendim yine…
Dur sakin ol; Gel, bizim Ercan Arslaner’e…
Efendim: Konumuz o ya; Sayın Arslaner, yaklaşık üç yıl boyunca Almanya’da Eğitim Ataşesi olarak görev yapmış…
Görev dediysek.. Felâket! Başkonsolosluktaki “monşerler” elleri pantolon ceplerinde, gezinip dururken…
Bizimkinde ne gündüz, ne gece… Vatan, millet için… Hadi, hatırı kalmasın; Sakarya için!..
Müthiş bir tempoyla çalışıyor…
Acayip işler: PKK terörüne kurban giden öğretmenlerin aileleri için para toplayıp Türkiye’ye göndermeler.. Alman doktorları, öğretmenleri toplayıp Türkçe ders vermeler.. Türk aile yapısının üstünlüklerini anlatmalar, tatili Anadolu’da geçirmenin faziletine dikkat çekmeler, şu, bu…
Dile kolay; yaklaşık üç yıllık süre içinde kaymak tabakadan 100’ün üzerinde Alman’a çatır çatır Türkçe öğretmiş bizimki…
Tam mânâsıyla Türkiye misyonerliği! Bir de en önemlisi şu galiba: Türk çocukları, Alman Müfredatı’nın sabahtan öğlene kadarki mecburi derslerine giriyormuş da, öğleden sonrasının mecburi olmayan “Türkçe” derslerine rağbet etmiyormuş… Alman okullarındaki “Türkçe” derslerine, bir-iki çocuk takılıyormuş yalnızca…
Bizimki düşünmüş, taşınmış; “Ben bu dersleri öğleden önceye aldırır ve Türk öğrencilerin devamını sağlarım arkadaş” demiş!..
Peki nasıl olacak bu?. Bir Eğitim Ataşesi’nin gücü yeter mi?. “Varamasam da uğrunda ölürüm ya” misali, monşerlerimizin bir ince meseleden dolayı kavgalı olduğu “Alman Yabancı öğretmenler Müdürü”ne gitmiş…
Bir dil dökmüş…
Almanca değil yalnızca, aynı zamanda “insanca!..” Anlatmış, anlatmış… “Hans” efendi “ıııh, mıııh..”
Sonunda… “Bu iş zor, ama sizi çok sevdim. Hele, Bremen’deki 40 okulun müdürleri ile sizi bir araya getirelim. Varsa bir çaresi, halledelim” demiş.. Söz verdiği gibi iki-üç hafta sonra gerçekleştirmiş toplantıyı Hans efendi.. Bizim Ercan Arslaner Hoca, bir döktürmüş derdini.. Oradaki 40 müdürden 39’u “Tamam, bu eğitim yılında Türkçe derslerini sabaha alıyoruz” demiş.. Kalan bir müdür de zamana yaymış: “Bu yıl fiziki imkânlarımız elvermez. Ama söz; seneye öğleden önceye alırız.”
Yaz tatilindeki bu toplantının ardından… Sezon açılışında okulları şöyle bir dolaşmış bizim Ataşe…
Bakmış; Daha önce “bir-iki” öğrencinin katıldığı derslerde “otuz beş, kırk” vatan evladı.
Hatta… Bazı okullarda elli!..
Bizim Ataşe çok sevinmiş bu işe… Hele gurbetçi de “Allah razı olsun, ömrüne bereket, yuvana rahmet” dualarıyla sarılınca… Değme keyfine…
Değme de… Nereye kadar? Bu böyle yaptı diye, bir takmış adamlar…
Malum, bizde, gayretlileri “kahramanlık taslayan” grubuna alırlar…
Ve… Affedin tabirimi, kabak gibi oyarlar!..
Ataşemiz baskılara, uyarılara, ayak kaydırma teşebbüslerine aldırmadan devam etmiş mesaisine…
Lâkin… Baskı dayanılır gibi değil…
Bir de, laf hatta mektup atıyorlarmış sağdan soldan:
“Aramızda Atatürkçü olmayanlar var, laik Cumhuriyet'i içine sindirememiş olanlar, hâlâ çağdışı örtülerle dolaşanlar var, kardeeeş!..”
Ercan Bey, ağzına içki koymaz…
Hali hatırı sorulduğunda “çok Şükür” hatta “Elhamdülillah” gibi, “irticai” karşılıklar verir…
Tabiî bunlar da, onu sakıncalı kılan özelliklerden…
Hangi sebeplerden dolayı “sakıncalı” olduğunu çok iyi bilen Ercan Bey, öyle ideolojik tartışmalara girmez…
Atılan laflara, mektuplara cevap vermez…
“İşim de işim, hizmetim de hizmetim” der, durur…
Eee, tabiî… Sabır, tedbir de bir yere kadar…
Günün birinde… Monşerin teki; “Şu Tayyip Erdoğan’a iyi oldu!” deyince, dayanamaz ve: “İstanbul gibi en büyük medeniyet merkezlerinden biri olan şehri bunca zaman başarı ve huzur ile yönetmiş bir zâtın, böyle cezaevine konulmasının ne İstanbul’a, ne de Türkiye’ye yararı var” diyerek söze girer…
Vay sen misin böyle yapan!.. Ve sen misin, gece gündüz çalışmak suretiyle, iki eli pantolon cebinde dolaşanların “açığını!” gösteren…
Baskı iyice artmış… Görev süresinin bitimine “iki ay”lık bir süre kala da, bizimki “Yetersizlik” gerekçesiyle görevden alınmış!
İşin matrak tarafı, Ataşemizi “yetersizlikten” dolayı görevden alan Başkonsolos, doğru dürüst Almanca bilmezmiş!..
üç yıl boyunca, Almanca lazım oldukça, bizim Ataşeyi çağırır, “Tercümanlık” yapmasını istermiş!..
Ataşemizin elinde “yeterliliğini” ispatlayan bir kilometrelik belge var da…
“Yetersiz”, bak lafa! Yetersiz, bu kavanoz dipli dünya da!..