Ah be abim!
Gazeteler ondan bahsederken "katliam sanığı" diyorlar; ben bir tuhaf oluyorum, daha doğrusu yüzüm gülmekle ağlamak arasında bir şekil alıyor: Cafer Erçakmak, Cafer Abi, katliam sanığı? Yok daha neler?..
Gözümle görsem yine inanmam derler ya, öyle bir güven hissi benimkisi; kaldı ki ben gözümle gördüm o gün Cafer Abi'yi, hattâ ayaküstü konuştuk bile o gün bir aralar...
Baştan başlayalım ki konu anlaşılsın. 2 Temmuz hadiselerinin cereyan ettiği güne gidiyoruz. 2 Temmuz 1993, yer Sivas, öğleden sonra ondörtle onbeş arası. Birkaç arkadaşla birlikte Belediye Konservatuarı binasındayız.
Bu bina, hepinize neredeyse ezberlettirilen Madımak Oteli'ni yandan görür; ana cadde üstündedir, ikinci kat pencerelerinden otel önünde biriken kalabalığı seyrediyoruz.
Biz bu binaya girmek için hükümet konağı önündeki polis bariyerini aşmak, konservatuarda işimiz olduğunu izah etmek zorunda kalmıştık fakat otel önündeki topluluğa kimse "nereye gidiyorsun" diye sormamış, besbelli. İlginç!
Bir ara o topluluktan bir kişi, yerdeki sökülmüş iri kaldırım taşlarından birini alıyor, penaltı atacak futbolcu gibi hayli gerildikten sonra koşa koşa otele yaklaşıyor ve tam önündeki polisin omzuna boşta kalan elini koyup var gücünü sağ eline vererek taşı otel önündeki otomobillerden birine doğru fırlatıyor. O araba Arif Sağ'a ait olmalı; galiba bir Renault'tu. Sonra öfkeli göstericiler uyduruk polis barikatını peynir gibi yararak aracın camlarını taşla parçaladılar polisin gözü önünde.
Poliste "Ne yapıyorsun hemşerim, gel bakayım karakola!" türünden bir tepki yok. Sanki jimnastik müsabakalarında sporcuya halkayı tutması için yardım eden bir spor adamı gibi tabii davranıyor.
Mide bulandırıcı; bu polis bizim bildiğimiz polis değil, bu adamlar da tipik Sivaslı gibi davranmıyor. Bir Sivaslının polise dayılanması görülmemiş bir hadise! Diyorum ki arkadaşlara, "Ben bu işten bir şey anlamıyorum; bir an önce burayı da kapatıp evlerimize gidelim; şimdi sağdan soldan harıl harıl film fotoğraf çekiyordur istihbaratçılar, başımız belâya girmesin!"
Derken... İşte tam o esnada Cafer Abi'yi gördüm. Postane binasının önündeki merdivenlerde. Yanı başında Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu. Cafer Abi'nin elinde bir kucak dolusu kablo...
Valilik ve polis, belediye başkanına gidip, "Şu azgın kalabalığa hitab edin; sizi dinler dağılırlar" demiş. Temel Karamollaoğlu, haklı olarak bu talebe hoş bakmamış, "Bu adamları tanımam bilmem; haydi çocuklar dağılın dersem, sanki bunları buraya ben sevk etmiş gibi olurum" diye düşünerek yanaşmamış, "Memleket meselesi, rica minnet razı etmişler. Cafer Abi'nin kucağındaki kablolar da galiba ya hoparlör veya ses cihazına ait olmalı.
Cafer Abi o dönemde Refah Partisi'nden belediye meclisi üyesi seçildi. Cemiyetçiliğe bu kadar hevesli ve teşne olduğunu bilmiyorduk. Kâmil yaşlarında siyasî hayattan bu kadar hoşlanması, gecikmiş ve ertelenmiş gençlikten koparılmış birkaç takvim yaprağı gibi görünmüştü bana. Aktif bir Refah Partili Cafer Abi, faaliyetlere katılıyor; toplantıları ciddiye alıyor, gidiyor geliyor. Temel reisin yanında görünmesi de o yüzden...
Cafer Abi kendini paralıyor, kucağındaki kablo destesi ile PTT binasına girip çıkıyor, koşuşturuyor. Pencereden onu seyrederken "Yahu neyine gerek Cafer Abi bu yaştan sonra siyaset" diye kendi kendime konuşuyorum. A, birkaç dakika sonra Cafer Abi'nin sesi içerden geliyor.
- Çocuklar şu fişi takacak bir priz gösterin acele; Başkan'ın konuşma yapmasını istiyor emniyetçiler, yardım edelim!
Bir ara göz göze geliyoruz; diyorum ki: "Cafer Abi, canım abim, ortalık tekin değil, ortalıkta çok görünmesen; bak biz biraz sonra evlerimize gideceğiz; sen de öyle yapsan; karışık işler oluyor buralarda..."
- He gardaş, diyor, şu konuşmayı yapsın da Temel Bey, ahali bekliyor!
Tekrar telâş ile merdivenlerden inip kayboluyor. Az sonra belediye otelinin köşesinde bir minibüsün üstünde görüyorum Temel Bey'i, "Yapmayın, etmeyin, ayıptır" diye konuşuyor, şahidim. "Yuuh in aşağı" diye bağırıyor otel önündeki kalabalık; buna şahidim.
Refah Partisi'nin belediye başkanı, belediye binasının elli metre uzağında, dışardan bakınca "Refahlı" gibi görünen "Sivaslılar" tarafından protesto ediliyor, yuhalanıyor!..
*
Her neyse! Cafer Abi'yi o dakikadan sonra, 16 yıldan beri bir daha görmedim; iki gün sonra gazetelerde Cafer Abi'nin o meşhur fotoğrafı yayınlanınca "Eyvah" dedik ama iş işten geçmişti; o fotoğrafın o günkü kamuoyuna izah edilmesi zordu, şimdi de kolay değildir elbette. Basın hadiseyi tek boyutlu ve işine geldiği gibi algılıyordu: "Yobazlar, Alevileri yaktılar!"
Fotoğrafın çok berbat ve yönlendirici bir altyazısı vardı ve Cafer Abi'yi, yangın merdiveninden inen Aziz Nesin'i işaret ederek sanki, "Asıl bunu cezalandırmak lazım" mealinde bağırırken gösteriyordu.
Zannediyorum bu fotoğraf, onun yurtdışına kaçma kararında etkili oldu. Daha önce yıllarca Avrupa'da işçi olarak çalıştığını biliyordum. Yurtdışına çıkışının da zor olmadığı anlaşılıyor. Galiba birkaç yıl, işçi emeklisi maaşını da alabilmiş bankadan...
Gazeteler onun beş yıl daha devletten emekli maaşı aldığını yazarken sanki devletin bankasını soymuş da o paraları Avrupa'da yiyormuş izlenimini veriyorlar. Kesinlikle haksızlık; Cafer Erçakmak, emekli maaşını alnının teriyle ve son damlasına kadar helâl emeğiyle hak etmiş bir emekçiydi, emekçiden de öte o bir kaynak ustası, bir kaynak sanatkârı. Sivas'ın Sanayi çarşısında hâlâ ismi saygıyla anılan bir efsânedir o. Derler ki, "Cafer Usta canı isterse çatlak yumurtaya bile öyle bir kaynak yapar ki, yumurtlayan tavuk gelse fark edemez!"
*
Cafer Usta, Sivas'ın yerlisi, Çayırağzı Mahallesi'nden; şimdiki adı İmâret. Memleketimizin has adamlarından. Etrafına hürmetkâr, tatlı, sevimli, değerli, temiz kalpli, herkesi kendisi gibi hüsnüniyet sahibi sayan saf bir insan. Dayılarımın akranı, arkadaşı, komşusu, mahallelisi...
Kaldı ki muhasebecilik yaparken ben Cafer Usta'nın üç sene ticarî defterini tutmuşum; yakından tanıyorum, biliyorum, seviyorum.
O fotoğraftaki Cafer Abi, bizim bildiğimiz Cafer Abi değil! "Aynı insan değil" demiyorum, sadece o esnada fotoğrafı çekilen kişinin başka bir Cafer olduğunu izaha çalışıyorum;
O Cafer şöyle bir Cafer'dir. Bana göre şunu demeye çalışıyor o karede, "Bakın şu adamların yüzünden bugün ne rezillikler oldu. Saatlerden beri şu fitne yatışsın diye uğraşıyor didiniyorum; sonu böyle mi olacaktı?"
*
Siyah-beyaz yerli filmlerde sıkça gördüğümüz ve "yok deve" diye gülüp geçtiğimiz o suçüstü sahnesini hatırlayacaksınız: Esas oğlan bir silah sesi duyar; merakla koşarak sesin geldiği odanın kapısını açar. Yerde bir adam yatmaktadır ve adamın yanında bir namlusundan duman tüten bir tabanca durmaktadır.
Esas oğlan tabancaya doğru yaklaşır; biz bütün iyiniyetli sinema seyircileri, "Alma yahu alma şu tabancayı, şimdi içeriye polis girecek ve seni katil zanlısı diye yıllarca süründürecekler" diye adeta ter ter tepiniriz fakat nâfile...
Esas oğlan bizi dinlemez; o silahı eline alır; ardından polis odaya girer. Esas oğlanı tutuklamaya kalkışınca o da pencereden atlayıp kaçar.
Ah be abim, diye hayıflanırız; ah be abim...